Dr. Vehbi Kara

İnsanı En Güzel Surete (Ahsen-i Takvim) Çıkaran Sır nedir?

Dr. Vehbi Kara

  • 535

 

Bu yazının aslı Güney Atlantik’te seyrederken 2009 yılında yazılmıştır. Ümit Burnu’nu Batıya doğru aşmış Arjantin’e doğru ilerliyorduk. Bir hayli fırtına yemiştik. Gemimiz boş olduğu ve balast tanklarına aldığımız deniz suyu da yeterli olmadığı için fırtına üzerimizde bir hayli etkili oluyordu.

Bütün gemici arkadaşlarım gibi ben de bayağı hırpalanmıştım. Fakat yüke yetişmek zorundaydık. Karayel (Kuzeybatı) rotasına dönüp fırtınanın üzerimizdeki etkisini bir parça azaltabilirdim. Lakin yolumuzu uzattığımız takdirde “laycan” adı verilen yükleme zamanını kaçırmak durumu söz konusu olacaktı. Eğer geciktiğimiz takdirde sefer (charter parti) sözleşmesine uymadığımız için gemi sahibinin zarar görmesine yol açabilirdik. Çarnaçar fırtınada yol almaya devam ettik.

Fırtınanın şiddetine rağmen elimde dünyanın en büyük hazinesi Risâle-i Nur Külliyatı vardı. Bol bol “Cevşen” duasından ve Risâle-i Nur eserlerinden okuyordum. Okurken şükür konusu ufkumu açmış derin bir tefekküre vesile olmuştu. “Kâinatın merkezine yapılan seyahat” isimli makalede buna yer vermiştim. Bediüzzaman sık sık insanın şükürle mükellef olduğunu dile getiriyor bu konuda ufkumu açıyordu.

İbadetin manasını izah ederken insanın aciz olduğunu hissederek Allah’ın rahmetini aramasından ve namazda secde etmesi gerektiğinden bahsediyordu. Allah’a kul olmanın diğer önemli göstergesi ise hamd ve şükürdür.

Nasıl ki, insanda kendisine yapılan bir iyiliğe karşı minnettarlık ve teşekkür etme hissi uyanır. Öyle de bizleri yoktan var ederek vücut, göz, kulak, akıl, kalb, ruh gibi birçok nimetler veren, bu nimetlerin üstüne de insanlık, iman ve İslam gibi çok daha büyük nimetler ihsan eden Cenabı Hakka karşı da insanın içinde bir teşekkür ve minnettarlık hissi uyanmalıdır.

İşte insanın kendisine verilen bütün nimetlerden istifade ederken bunun Allah'tan geldiğini bilmesi ve bu nimetlerden Allah'ın istediği şeklide istifade etmesi, arkasından da Allah'a verdiği sonsuz nimetlerinden dolayı hamd ve şükretmesi de insan olmanın güzel bir neticesidir.

Çeşitli canlılar içinde en ziyade rızka muhtaç olan varlık insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün güzel isimlerine ayna olacak ve bütün rahmet hazinelerini tartacak, tanıyacak cihazlara sahip bir şekilde yaratmıştır. Allah’ın yaratmış olduğu varlıkların ince sanatlarını ölçebilecek cihazlarla insanı donatmıştır.

İşte Arzın halifesi olan insan, nihayetsiz bir ihtiyaçla donatılmış maddî ve manevî rızkın her çeşidine muhtaç kılınmıştır. Peki bu kadar mühim cihazlarla donanmış insanı Kuran ifadesine gören güzel surete (ahen-i takvime) çıkaran sır nedir?

Bu sır; şükürdür. Şükür olmazsa insan, esfel-i safilîne (en aşağıya) düşer; büyük bir zulüm ve hatayı işlemiş olur.

İnsanın şükredebilmesi ve üzerine düşen kulluk vazifesini yapabilmesi için şevke de ihtiyacı vardır. Allah'a karşı olan bütün vazifelerimizde ve bütün amellerimizde bir istek olması lazımdır. Hatta insanın hayatındaki bütün mücadelelerinde ve işlerinde onun atı ve bineği şevktir.

Şevk olursa o iş ve eylem devam eder ve lezzet verir. Şevk olmazsa lezzet ve zevk de olmadığı için mecburiyetten yapmak durumu olur. Bu da devam ve istikrarı etkiler. Belli bir zaman sonra o ameli veya vazifeyi terk etme durumu olabilir. Bunun için bütün işlerimizde ve vazifelerimizde bize şevke ihtiyacımız vardır.

İşte bu şevk ve gayreti gösteren en önemli eserlerden bir tanesi Bediüzzaman’ın yazdığı Risale-i Nur’dur. Bizlere kulluğun esasını ve ne için kulluk yapmamız gerektiğini harika bir şekilde anlatır. Kulluk şuurunu tam olarak yerleştirir. Onu okuyan kişileri hem kendi kulluğunu yapmak hem de başkalarına da bu kulluk şuurunu vermek gibi diğer iman ve Kur'an hizmetlerine ve vazifelerine  sevk eder.

Hâlbuki biz insanlar başımıza gelen kötü olayları büyütmeyi, güzel şeyleri ise küçük görmeyi çok severiz. Denizcilerin fırtınalardan şikâyeti gibi küçücük bir musibet dünyamızın altını üstüne getirir. Hâlbuki bize o kadar çok nimet verilmiştir ki, Kör Şeytan; hiçbir zaman bunları düşünmemizi istemez.

Mesela; namazın her rekâtında okunması farz olan “Fatiha” Suresinin başında hamd etmek vardır. Besmele’den sonra daima “Elhamdülillahi” deriz. Bundan da anlaşılacağı gibi “Allah’a şükür etmek” çok önemlidir ve aynı zamanda da boynumuzun borcudur.

Zira her şeyden evvel yoktan var edilmişizdir. Allah dileseydi bizi yaratmazdı. Ama varız işte. Demek ki yokluk karanlıklarından bizi çıkarıp var eden Allah’a bir şükür borcumuz var.

İkinci olarak Allah bize bir hayat vermiş. Yaşıyoruz. Çevremizde çok büyük cansız varlıklar var. Bazıları kocaman, dağ gibidir. Bazıları ise mini minnacık, elektron mikroskopları bile göremez, atomlar gibi. Koskoca bir yıldız büyüklüğünde bile olsa, hayatı olmadıkları için canlılar bütün bu cansız varlıklardan üstündür. O halde Allah’a şükretmemiz gerekmez mi?

Üçüncü olarak bizim hayatımız gelişmiş bir hayat. Bitkiler gibi sabit değil. Bakın ben dünyanın bir ucundan diğer bir ucuna Güney Yarımküreye gidiyorum. Benim gibi hayat sahibi olan varlıklar hareket edebiliyor. Nefes alıp Allah’ın yaratmış olduğu nice güzellikleri görüp koklayabiliyoruz. Denizin bir çeşit zikir sesi olan hışırtısını dinleyebiliyoruz. Her canlı bu özelliklere sahip değil. O halde yeniden Allah’a el açıp şükretmek gerekmiyor mu?

Dördüncü olarak; Allah, bizi insan olarak yaratmış. Kur’ân’da “ahsen-i takvim” yani en güzel surette yaratılan canlı olarak, bir başka deyişle insan olduğumuz için Allah’a bir şükür borcumuz yok mudur? Biz bu canı ortadayken ve sahipsiz iken bulmadık. Cenâb-ı Allah bize verdi. İsteseydi vermeyeceği gibi hiç yaratmazdı da. Fakat yerlerin ve gökyüzünün sahiplenemediği bir emanetle “teklif sırrı” ile beraber bizi yeryüzüne gönderdi. Yeryüzünün halifesi kıldı. O halde ne için şükür etmeyeceğiz? Şükürsüzlük aynı zamanda büyük bir nankörlük olmuyor mu?

Beşinci olarak; Allah bizi Müslüman olan bir anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya getirdi. İsteseydi Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşayan bir insanın yavrusu olarak da halk edebilirdi. Veyahut tamamen materyalist felsefe ile yetişmiş bir Avrupalı ailenin veya yüzü hiç gülmemiş bir anne babanın çocuğu olarak da doğabilirdik. Dünyaya sadece hayvan gibi yaşamak için geldiğini zanneden insanlar yerine; Allah’ı ve Peygamberimizi tanıyan bir anne babaya sahip olduğumuz için şükretmemiz gerekmez mi?

Altıncı olarak belki de en önemli şükür sebebi olacak olan husus yani Allah; bize iman vermiş. Zira nice Müslüman ana-babanın imansız çocukları oluyor. Sonsuz Cehennemi netice verecek böyle korkunç bir tehlikeden koruyan Rabbimize şükretmemiz gerekmez mi? İman, Cenâb-ı Allah’ın kalbimize verdiği bir nurdur. Allah’tan başka hiçbir şey imanı ve hidayeti veremez. Bize iman nurunu veren Allah’a karşı daima secdede kalsak bile gerekli şükrü yerine getirmiş olamayız. O halde ne duruyoruz. Kalkıp namazımızı kılalım. Bize bu dünyanın en güzel nimetini veren Allah’a hamd edelim. Çok mu zor bir şey mi bu? Hayır, bizim vazifemiz naz değil niyazdır, şükürdür.

Yedinci olarak; imanın çok mertebeleri var. Allah’a bize birçok İslam âlimini tanımak ve onlara arkadaş olmak gibi bir nimeti verdiği için ayrıca bir şükür daha yapmamız gerekiyor. Bu noktada bahtiyar insanlardan sayılabiliriz. Dini eserleri okudukça imanın güzellikleri daha çok anlaşılıyor.

İşte bize bu fırsatları verdiği için Rabbimize ne kadar çok şükür borcumuz var! Evet, böyle dehşetli bir asırda ve tehlikeli hastalıklara maruz kalmış insanlar arasında dini eserleri tanıyarak iman şuuru vermesinden dolayı Allah’a ne kadar şükretsek, yine de vazifemizi tam olarak yapabilmiş sayılmayız, vesselam…

 

Yazarın Diğer Yazıları