Salih Serdengeçti

ALLAH'IN GÜZEL İŞİ!... (GERÇEK HAYATTAN ALINMA BİR ÖYKÜ)

Salih Serdengeçti

  • 1792

      

         Kasım ayının sonlarıydı. Bir gün sonra mübârek Ramazan ayını karşılamanın tatlı telaşı tüm aileyi sarmıştı. Ramazan Ağa pamukları toplatıp satmış, evin ihtiyacı olan kışlık erzakı çoktan almıştı. Bu mevsimde gayrı, pek iş olmazdı köyde...

         Meliha Hanım’ın, her zamankinden erken uyandığı o sabah, beyni zonkluyor, geceden kalma yüreğindeki sıkıntı artarak devam ediyordu.  Bu gece gördüğü rüyanın pek hayra alâmet olmadığını düşünürken, şüphe ve tedirginlikle birlikte yüreğindeki sızılar da dayanılmaz hal alıyordu. “Ceyhan’ın öbür yakasındaki Toktamış köyünde yaşayan babası Cumalı Ağa, arkası sislerle kaplı ulu dağların ardına adeta uçarak gidiyor ve sislerin arasında kayboluyordu.” Üstelik uzun süredir babasını göremediği için hasret ve özlem yüklüydü.

         Şehirlilerin hiç olmazsa, telefonla da olsa, birbirlerine anında ulaştıklarını, seslerini duyduklarını, sağlık haberlerini alabildiklerini biliyordu. Başını ellerinin arasına alıp düşünceye daldı.

         “Ah! Keşke köyde de telefon olsaydı, hemen şimdi babamla konuşabilseydim. Ama nerde o günler, köyün doğru-düzgün yolu, elektriği, suyu bile yok. Köylülüğün canı çıksın, bir de; “Köylü milletin efendisidir” demezler mi?... Böyle efendilik olmaz olsun. Köy dediğin yerde her şey problem, yarın, öbürsü gün bu altı çocuğu nasıl okuturum? Ben okuyabilseydim altı çocuk dünyaya getirir miydim? Bu çocuklar insan, evin önünde ki dana değil ki, kıt-kanat karınlarını doyurmakla nasıl analık, babalık görevimizi yapmış sayılırız” diye bir taraftan hayıflanırken, öbür taraftan da, hâlâ rüyası gözünün önünden gitmiyordu.

         Yok, yok... O gün hemen babasına gitmeli, kendi gözü ile olup-biteni görmeliydi. “Belki de kuruntu ve korkularım beni bu derece perişan eden” diye düşündü. Sonra; “Kötü haberler kırlangıç kanatlıdır, iyi haberler koltuk değnekli” sözü aklına takıldı. Biraz rahatlar gibi oldu. Ancak yine de çok özlediği babasına gitmeliydi.

         Yedi sene evvel elli yedi yaşındaki dert ortağı, sırdaşı, çilekeş anasını toprağa vermiş, ölümün acı yüzünü ilk defa bu denli iliklerine kadar yaşamıştı. Aradan iki sene bile geçmemişti ki, trajik bir trafik kazasında çok sevdiği, otuz sekiz yaşındaki altı çocuk babası Kemal Ağabeyini kaybetmişti. Bu ölümden sonra Meliha Hanımın ağıtsız günü yok gibiydi. Belki de ölümden korkar olması, yıllardır; “ölümün etrafında dolaştığı hissini” taşımaktan yorulması bundandı. Elbette, ölümden kaçmanın kurtuluş olmadığını, hatta ölümden kaçmak için atılan her adımın insanı ölüme götürdüğünü, ölümlerin çoğunun yataklarda vuku bulduğunu bilenlerdendi. “Biliyorum, insanı ölümden bir tek eceli korur” diyordu.

 

         İsteksizce yataktan kalktı, şalvarını giyip aşağı indi. Sabah ezanı okunmak üzereydi. Tulumbanın başına geçip abdestini aldı. Sonra ellerini açıp:

         “Allah’ım, sen rüyamı hayırlara vesile kıl, içimdeki sıkıntıları defet” diye mırıldanır şekilde yakardı.

         Aslında bugün, canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Tulumbanın arka tarafında, son birkaç yaprağı ile sonbahara meydan okuyan dardağan ağacının dibindeki kütüğe oturup, ezanı bekledi. İşte ezan okunuyordu.

         Toktamış’a gidecekse evin işlerini biran evvel bitirmeliydi. Hemen sabah namazını kıldı. Alelacele inekleri sağıp, sütü büyük bir tencere ile avlunun sol yanındaki ocağa koyduktan sonra altına biraz çalı atıp, çalıları tutuşturdu. Avluya biraz su serpeleyip çalı süpürgesi ile süpürdü. Gaz ocağını yakıp çay suyunu koymuştu ki, kocasının aşağıya indiğini duydu.

         Ramazan Ağa, tulumbanın başına indiğinde, karısının işleri erkenden bitirdiğini görüp biraz da şaşırmış olarak:

-   Ne o hanım? Bugün yine hamaratlığın üzerinde. Kendini fazla yoruyor, akşam olunca da “hastayım” diye sızlanıyorsun.

-  Seninle konuşacaklarım var....

-   Konuşursun, koca gün çuvala mı girdi? Sabaha kadar nasıl bekledin?

Bu hafif yollu çıkışmadan sonra Ramazan Ağa abdestini alıp yukarı çıktı.

          Şafak söküp, gün aydınlanmaya başladığında çocuklar da kalkmış, tulumbada sırayla yüzlerini yıkayıp mutfak olarak kullanılan alt kattaki odada analarının hazırladığı sofranın başına geçmişlerdi. Karısının kahvaltı yapmadığını görünce, Ramazan Ağa:

         - Neyin var? Bugün moralin bozuk gibi, niçin kahvaltı yapmıyorsun, bana mı kızdın yoksa?” diye sordu.

         - Hayır, hayır sana niçin kızayım? Hani “konuşacaklarım var” demiştim ya!...

         -  Eee... anlat bakalım, ne diyorsun?

          -  Emmi oğlu kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Babamı çok özledim, gördüğüm rüya da beni endişelendiriyor. O’nu gerçekten merak ediyorum. İzin verirsen Mustafa’yı alıp Toktamış’a gideyim” derken sesi titriyordu.

          Meliha Hanım, evlendiği günden beri çoğu kere kocasına “emmioğlu” diye hitap ederdi.

         Ramazan Ağa;

        - Aslında senin canın gezmek istiyor. Gezmeyi senin kadar seven insanı ne duydum, ne de gördüm. Kafandakiler tamamen kurgu. Ama yine de gidebilirsin, hatta ben bile gelmek isterdim. Uzun süredir kayınbaba ile oturup, şöyle doya doya bir sohbet edemedim. Şimdilik sen Mustafa’yla git oğlun artık on iki yaşında delikanlı, Kayınbabaya da selam söyle. Bayramda hep beraber yine gideriz.

         Kocasının bu kadar anlayışlı ve mülayim olması hep mutlu etmişti.

        - “Allah (cc) senden razı olsun” diye mırıldandı.

        Kocası ayağa kalktı;

        - Peki, öyleyse, siz hazırlanın ben kahvenin önüne gidiyorum. Pikap geldiğinde sizi aldırırım. Öbür çocukları da hazırlayıp okula gönder, anama da söyle çocuklara baksın” dedi ve evden çıktı.

         Köy yolu kışın çamur olduğu için, Ceyhan’a ancak üstü kapalı bir pikap dolmuş görevini üstlenmişti.

         Toktamış’a vardıklarında, Meliha Hanım’ın heyecanı had safhadaydı. İşte Türkmen Beyi Cumalı Ağa’nın köy konağına gelmişlerdi. Görünürde olağanüstü bir şey yoktu.

         Meliha Hanım’ı, küçük kardeşleri Rabiye ve Hüsne karşıladılar.

        “ Nerde,  babam nerde?” diye telaşla sordu.

        “ Hele biraz soluklan abla... N’oldu bir şey mi var? Bizi de korkutuyorsun. Nerde olacak babam, kahvede, birazdan gelir.

        “  Oh... Allah’ım sana şükürler olsun”

        - Abla şu garip davranışlardan vazgeçer misin? Babamı bu kadar çok sevdiğini bilmezdim. Her neyse sen nasılsın yeğenim? Ramazan Eniştem, çocuklar nasıl, Senem Teyze de iyi mi?

      - Hepsi iyiler, eniştenin ve kayınvalidenin selamları var.

       - Siz açsınızdır abla, size bir şeyler hazırlayayım. Allah ne verdiyse yiyelim. Birkaç gündür Dede de burada, birazdan o da gelir.

 

         Küçük kardeşleri, veliaht prensleri Dede, Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde okuyordu. Fırsatını bulup, sekiz on günlüğüne babasına yardım etmeye gelmişti.

       Sofranın başındayken, Cumalı Ağa elinde gül dalından yapılma özel işlemeli bastonu ile göründü. Oldukça sağlıklı görünüyordu. Açık kahverengi, aynı kumaştan ceketi ile şalvar ve yeleği takım oluşturuyordu. Kasketinin rengi de elbisesine uygundu. Mestle beraber giydiği kundurası da özel yapımdı. Orta boylu, beyaz tenli, aşırıya kaçmayan göbeği, tombul yüz hatları ile yine kendinden emin adımlarla yukarı çıktı.

        - Ooo... Kızım gelmiş, hoş geldiniz. Bizi unuttunuz sandık. Ramazan niye gelmedi?

        Meliha hanım, hemen ayağa fırlayıp, babasının elini öpmüştü.

       - Berhudar ol kızım, berhudar ol...

        - Ramazan’ın çok selamı var baba, seni çok özledim dayanamadım. Beni Mustafa’yla gönderdi. Bayramda, hep beraber yine geleceğiz.

       - Bilirsin Ramazan’ı çok severim, evlâtlarımdan ayrı tutmam. O gerçekten adam...., adam gibi adam. Sabahlara kadar sohbetlerimizi bilirsin. Allah selamet versin.

         Oda seni çok sever, hatta benden çok seni o ziyaret eder, bilirsin.

         - Bilmez miyim? Her gelişinde, beni mesut, bahtiyar kılmak için bir şeyler getirir. Ama son seneler getirdiği

baklavaları, bu kızlar benden saklar oldular..

         Rabiye hemen müdahale etti.

        - Haksızlık etme baba, şeker hastası olduğunu unutuyorsun

        - Bir dilim baklava ile kim ölmüş, varsın atın ölümü arpadan olsun. Bak kızım Meliha, Allah sizi şeker hastalığından korusun, bu öyle bir illet ki, kan şekeri düşünce bir dilim baklava bazen kurtarıcı ilaç olur. Bu gidişle ben, kan şekerimin yükselmesinden değil de düşmesinden öleceğim.

Rabiye:

         Abartıyorsun baba, geçen gün masanın üzerindeki balı kim yedi?

        - Tamam, tamam size laf yetiştirmek mümkün mü? Hadi siz işinize bakın, ben kızımla biraz sohbet edeyim.

         Meliha Hanım ile babası uzun süre sohbet ettiler. Cumalı Ağa bir ara;

         - Kızım, doğrusu bu sene kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Annene bazen kızar, bağırırdım ama onun iyiliği için ha!... O öldükten sonra sanki hayatımın anlamı da kalmadı. İki sene sonra da yaşadığım evlat acısı tuzu, biberi oldu. Şu duvarların dili olsa, ne üzüntüler yaşadığımı anlatsa... Benim gibi bir adamın, zaman zaman bir köşeye çekilip gözyaşı döktüğünü düşünebiliyor musun? Ağa olsan, paşa olsan, beğ olsan da yakasız gömleğe sarılırsın bir gün. Yıllarımın değil, günlerimin sayılı olduğunu hissediyorum gayrı. Ama ölümden korktuğumu sanma, ölüm bir şeb-i arustur. Ben kardeşin Duran’ı düşünüyorum. Kızlar, yarın- bürgün evlenip gidecekler. Dede okuyor. On kardeşsiniz, kim bakar bu garibana, kimin evine sığar bu masum? Cumalı Ağanın felçli oğlu Duran hangi sokak köşesine atılır? Bu sorunun cevabını bulamıyorum.

         - Sen Duran’ı düşünme, bir çaresi bulunur elbette.

         - Bulunur diyorsun ama bulamıyorsun. Duran sizin kâbusunuz olacak, herkes bahane yarışına girecek. Bir taraftan da vicdanınız ejderha olup, boğazınıza sarılacak. Nefes almakta güçlük çekeceksiniz. Ölüm bazen kurtuluştur, bu sözümü unutma.

          Meliha hanım daha fazla dayanamadı, gözlerinden boncuk boncuk yaşlar akmaya başlamıştı. Soluğu, mutfakta yemek pişiren Rabiye ile Hüsne’nin yanında aldı.

 

           Cumalı Ağa, özel yapım sandalyesini alıp, merdivenin önündeki yerine oturdu. Bu mevsimde burada güneşlenmek pek hoşuna gidiyordu. Çoğu kez kahveye de gitmez, ya burada oturur dinlenirdi veya eski yazı kitaplarını okurdu. Kahveye gittiğinde köylü, saygıda kusur etmez, ayağa kalkar başköşede yer gösterirlerdi. Ama Cumalı Ağa, marabaya karşı hep mesafeli davranırdı. Boş konuşmayı da asla sevmezdi.

          Cumalı Ağa ikindi namazını kılıp, tekrar yerine oturmuştu ki, veliaht prensi oğlu Dede avluda göründü. Yanına çağırdı:

         - Oğlum, bu kışı çıkartabileceğimi sanmıyorum. Bu beden, bu ruha can olmaktan yoruldu. Beni şimdi iyi dinle. Senin okumanı çok istedim, okulunu mutlaka bitirmelisin. Kardeşin Duran için mutlaka bir çözüm bulmalısınız. Tarlada toplanan çalıları şu karşıya dökün, tuvaleti şu yan tarafa taşıyın...

           Babası oğluna, daha buna benzer bir sürü talimatlar verdi. Babasını pür dikkat dinledikten sonra Dede de, salondaki divana oturup, gözyaşları dökmeye başladı.

           Mustafa, bir kenara oturmuş olanları sessizce seyrediyordu. Dedesini gülerken hiç görmemişti, “çocukları pek sevmiyor” diye düşündü. Ne tuhaf, başını bir kere olsun okşadığını hatırlamıyordu. Bu vakur, titiz prensipleri olan yaşlı adamın çocuklara ayıracak pek vakti yoktu galiba!...

            Mustafa, eli şakağında düşünen annesine baktı ve sonra yanına gitti:

         - Ne düşünüyorsun anne, dedemin sağlığı da iyi...

         - Ne düşüneyim oğlum, geçmişi, geçmişte bu konakta yaşadıklarımı, şen şakrak evliliğimi sonra sizleri... Zorlu, çileli ancak saadet dolu bir hayat... Anamın, özellikle de ağabeyimin ölümünden sonra gülen yüzümden yaş eksik olmaz oldu. Hayat sürprizlerle dolu, hızla akan bir nehir gibi, nerde bir yıkıntı meydana getireceği bilinmez. Geriye bakınca hayat daha iyi anlaşılıyor ve en kıymetli şeyin hayat değil, güzel hayat olduğunu da görebiliyorsun. Gören gözlerime sorarsan deden çok iyi, ama kalbim hâlâ mutmain değil. Şimdi bir de Duran dayını düşünür oldum. Benim iki yaş küçüğüm, üç-dört yaşında iken çocuk felci oldu. Önce ayakları tutmaz oldu. Zamanla ellerini kullandı ama ayakları gördüğün gibi gelişmedi. Bir de zekâsı dört-beş yaşındaki çocuğunki gibi kaldı. Belden yukarısı normal gelişimini sürdürdü. Yani, kocaman küçük bir bebek... Ona bakmanın zorluğu bir tarafa, evde yalnız kaldığında mahallenin çocukları başına toplanır zavallıyı çılgına çevirirler. Her neyse, şimdi bunları daha fazla düşünmek istemiyorum.

         - Çocukluğundan bahsetsene anne

         - Sana ilginç bir şey anlatayım, senin yaşlarda, sanırım ikinci Dünya Harbi yıllarıydı. Babam o yıl iki yüz dönümden fazla pamuk ekmişti. Nedendir bilmiyorum ama pamukları toplayacak amale bulamayınca maymunlara toplatmıştı.

         -  Maymun nasıl pamuk toplar?

         - Vallahi bilmiyorum. Herhalde bu konuda eğitilmişlerdi. Maymunların sahibinin elinde bir sopa vardı, maymunlar fırsatını buldukça topladıkları pamuğun çiğidini yerlerdi, işte o zaman sopayı kaldırınca, yemeği bırakır toplamaya başlarlardı.

         O gün gece sahura kalkılmıştı. Ertesi gün, oğlu ile Mercin köyüne dönen Meliha Hanımın yine de aklı babasında kalmıştı. “şu kış bir geçse, babam daha uzun yıllar yaşar” diye düşünüyordu. Belli ki rüyasının etkisinden kurtulabilmiş değildi. Babasının söyledikleri de bu düşüncesini kuvvetlendiriyordu.

         Ramazan ayının on üçüydü, Mercin köyünde öğretmenlik yapan Ömer Hoca, babasının hasta olduğunu, ancak rahatsızlığının ciddi olmadığı haberini getirmişti. Meliha hanım kocasına:

         - Hemen beni babama götür, babam çok hasta bundan eminim.

         - Çok hasta olsa Ömer Hoca, babasının yanında olurdu. O şimdi kahvede kâğıt oynuyor.

        Son kez babamı görmek istiyorum, beni götürüyor musun?

         Peki, peki hadi hazırlan da gidelim.

         Cumalı Ağa bu sefer gerçekten yatağa teslim olmuştu. Durumu iyi değildi, ayakları şişmişti. Bir gün sonra, Dede hariç tüm çocuklarını başına toplamıştı. Zekaret diyorlardı. Dışarıda ağlaşanlar, konağı cenaze yerine döndürmüşlerdi bile. Ramazan ayının on beşiydi, oğlu Dede de Ankara’dan geldi.

        - Oğlum sen mi geldin, hoş geldin.

Bu onun son sözleri oldu. Üç-dört saat sonra, gece yarısı ruhunu teslim etti. Bu ölüm aynı zamanda bir devrin kapanışıydı. Artık Yörük Beyi yoktu. Tüm aile çok sarsılmıştı. Aradan birkaç ay geçmişti. Rabiye ve Hüsne’ye görücüler geliyordu. Bir yıl sonra Hüsne, Mercin köyündeki Tarım Kredi Kooperatifinin müdürü ile evlendi, altı ay sonra da Rabiye nişanlandı.

          Kardeşler arasında fiskoslar çoktan başlamıştı bile.

         Kim bakacak Duran’a kız?...

         - Ne bileyim anam, Meliha sen bakamaz mısın, bir sürü de tarla düşüyor mirasına.

         - Ben bakarım ama kayınımın çocukları rahat bırakmaz ki.

         - Latife gelin bakmaz mı?

         -“Kayınım, onu yıkamak, temizliğini yapmak gerekir, haram, bana düşmez” diyor.

         -Ya Ömer?

        Evim dar” diyor.

          Bu fiskoslarla beraber zaman su gibi akıp gidiyordu. Rabiye’nin düğününe de günler kalmıştı. Cumalı Ağanın dediği çıkacak mıydı acaba? Hala bir çözüm bulunamamıştı.

         İki hafta sonra Rabiye’nin düğünü olacaktı. Düğünü düşünen kimse yoktu., hatta Rabiye’nin evlenecek olması tüm kardeşleri, kara kara düşündürüyordu.

Duran ne olacak.

Duran’a kim bakacak?

            Sorular çoktu ama cevabı yoktu. Meliha hanım o gün oğlu Mustafa’yı Toktamış’a göndermişti. Mustafa köye geldiğinde, Duran dayısının üç basamaklı merdivenden düştüğünü, keyifsiz olduğunu öğrendi.

          Duran salonda oturuyordu. Mustafa, Duran’ın yanına geldi; avludaki ocakta kaynayan suyu göstererek;

           -Şu kazandaki su niye kaynatılıyor biliyor musun? Sen öleceksin, seni yıkayacaklar.

          -Bacı, bacı... bak Mustafa ne diyor, sen öleceksin diyor.

          Rabiye, Mustafa’ya çıkışıyor. “yapma yeğenim. Durumu iyi değil, annene ve teyzelerine haber versen iyi olur!

         Ertesi gün Duran beyin kanamasından Hak’kın rahmetine kavuşuyor.

         İttifak etmişçesine herkesin dudaklarından aynı sözler dökülüyor: “Allah’ın güzel işi”

          Ölüm bazen kurtuluştur. Rabiye’nin evlenecek olmasından sıkıntı duyan kardeşler Duran’ın ölümüyle rahat bir nefes almışlardı. “Allah’ın güzel işi, işte”

                                                                                                Mustafa Toygar                                     

 

Yazarın Diğer Yazıları