Dr. Vehbi Kara

Mehmet Abi'nin ibretlik hikayesi

Dr. Vehbi Kara

  • 1278

Bir arkadaşımın gönderdiği ve gerçekten de ibret alınması gereken bir hikayeyi arz ediyorum. Çok güzel bir film senaryosu olur. Kıssadan hisse şu olmak gerektir ki; Allah'ın helal dediğine haram, haram dediğine de helal dememek gerektir. Çok güzel bir üslup ile yazılan bu hikayeyi yazmak istiyorum
Mehmet abi, garip bir adam. Çok konuşmaz. Zaruret olmadan cümle dahi kurmaz. Sanırsınız, kendisine yapılmış bir büyük işkencedir konuşmak... Allah’tan işinin konuşmakla bir ilgisi yok. O yönden rahat. Bütün gün belediyede evrak dosyalıyor. Kocaman arşivin içinde atom karınca misali çalışan bir adam. Nerede ne var, hepsi kafasında. Zehir gibi hafızası var. (Cesareti olsa, oraya başkan olur, diyor annem.) Yalnızca bir ima, bir telefon, bir rica yetiyor. Hemen buluveriyor o koca arşivin içinden lazım olan dosyaları. Diyorum bazen; “Nasıl yapıyorsun bunu?” Diyor ki; “İnsan uzun bir süre aynı şeyle meşgul olunca kalp atışına benziyor herşey. İradenle veya kasıtla olmuyor. Ama oluyor. Allah sürekli yapmak zorunda olduklarını sıradanlaştırarak sana merhamet ediyor. Acıları da öyle...”
Böyle filozofça lafları çoktur Mehmet abinin. Zaten arşivde çalışmaktan başka ne yapar bu adam diye sorsanız, tek cevabı; okumaktır. Okur, okur, okur... Ama hastalık gibi, nefes almak gibi, dert gibi okur. Sürekli çantasında bir kitapla dolaşır. Evinin içi de silme kitapla dolu diyorlar.
Ben bir kere gittim, kütüphane falan görmedim. Ama annem diyor ki; kilitli bir odası varmış. Mutfağın yanındaki oda. (Hakikaten orada kilitli bir odası var.) O odanın içi çöp ev misali kitapla doluymuş. Herşey üstüste, altalta... Öyle bir kitap yığını. Arşivdeki düzenin tam tersi. Kütüphane yaptırıp kitaplarını ondan sıralamazmış Mehmet abi. Okuduğunu odaya bırakırmış. Annem de en son abisinin cenazesinde girmiş o eve, bir daha hiç gitmemiş. O zaman görmüş zaten yığınları da...
Sahi, söylemeyi unuttum. Mehmet abi benim dayımın oğludur. Ailenin evlilik çağını geçtiği halde bekar kalmayı başarabilmiş tek ferdidir. Çok da karışmaz aramıza. Genelde yalnızdır. (Hatta bazen belediyeden izin alıp ilçeden de kaybolur.) Ancak bayramlarda, ramazanlarda, düğünlerde, davetlerde şöyle bir uğrar. Bir de cenazelerde...
Cenazelerde mutlaka olur. Ve mezar başlarında mutlaka ağlar. Diğer bütün davetlerde zorla evinize getirdiğiniz bu adam, cenazelerde adeta koşar adımlarla gelir ziyaretinize. Koşar adım gelir ve her işe koşturur. Sonra sanki ağıtçı teyzeler gibi bu işi meslek edinmişe benzer. Her ölü için en çok o ağlar. En çok o üzülür. Hatta ölünün en yakınları bile şaşırır onun bu haline. Vefat edenle aralarında (kendilerinin bilmediği) bir özel hukuk olduğuna verirler. Bir keresinde anneme bunu da sormuştum. “Oğlum” dedi. “O bahane arıyor.” Anlamadım ne demek istediğini, ta ki o güne kadar.
Ben ömrümde bir kere alkol kullandım. Yalnızca bir kere... Ama az kalsın o bir kere hayatımı felakete dönüştürecekti. Beni emekli müftü olan babama yakalanmaktan Mehmet abi kurtardı.
İlk kez denediğim alkolün tesiriyle zilzurna sarhoş, çapraz adımlar atıyordum bizim sokağa doğru. Gecenen  yarısı olmuş. Evin, sokağın yolunu bulmaya çalışıyordum. Beni sokağın başında Mehmet abi karşıladı. Evi bize yakın sayılırdı. Yolu geçmiş, bana denk gelmiş. Beni öyle görünce koluma yapıştı. “Kenan, bize gidelim mi?” dedi. Ben biraz da halimden utanmış, “Başşkaa zaaaman ağbiii...” demiştim.
“Olmaz, ısrar ediyorum” diyerek çekti kolumdan. Hayır sarhoş olmasam bile bu adama mukavemet edebilmek ne mümkün! Rahmetli dedesi gibi dev bir adam. Bizim baba tarafı hep ufak tefek. Annemi bile istediklerinde babamla dalga geçmişler. “Osman, bu kızı alırsan sakın evde kavga çıkarma. Yoksa dayak yersin” demişler. Laf aramızda: Döver de valla. Annemin evde dövemeyeceği kimse yok. Erkek kardeşlerim de dahil hepimiz ufak tefeğiz. Bir annem yapılı, uzun.
İşte bu Mehmet abi de öyle. Tuttu kolumdan sürükledi beni evine doğru. Neyse, zor bela vardık evine. Ama nasıl midem bulanıyor. Yüzüme baktı, anladı halimi.. Götürdü lavaboya yüzümü bir güzel yıkadı. Bir güzel kusturdu. Biraz açıldım. Sonra oturttu bir kahve yaptı. Bizim evi aradı; “Bu gece Kenan bende kalacak. Muhabbet ediyoruz. Enişteme de selam söyleyin” dedi kapattı. Herşeyi bir emrivaki ile yaptı bitirdi yani...
Neyse, o gece bana bir cümle nasihat etti. O bir cümle, bütün hayatımın cümlesidir, iddia ederim. O bir tek cümle benim hayata bakışımı değiştirdi. Şu an evli olduğum kadını bile ben o cümleye borçluyum.
Dedi ki bana kahveden hemen sonra; “Kenan, oğlum, bu sözümü iyi dinle: İnsanın başına her ne bela gelirse iki şeyden gelir: Ya kendine Allah’ın helal ettiğini haram etmiştir. Ya da Allah’ın haram ettiğini helal kılmıştır. Bundan birisini yapmazsan zaten her derdin devası yanına bırakılmıştır. Her zorluğun kolaylığı içinde yaratılmıştır. İlla engellerin senin kafanın içinde olmasın. İlla sen ayağını takma birşeylere...”
O cümleyi işitmekle tabii ben de kahırlanıp içimdekileri dökmeye başladım: “Bizim komşunun kızı var” dedim. “Tanırsın. Nurten, hani Şevket amcanın kızı. Abi ben o kıza yandım, tutuldum, ölüyorum. Sabah kalksam onu göreceğim diye kalkıyorum. Gece yatsam, belki rüyama girer diye uyuyorum. Yediğim, içtiğim hep ot, saman oldu. Tat yok. Güldüğüm, ağladığım hep yalan oldu. Zevk yok. Fakat abi, bu kız bir küçük çocuktu. Bana abi derdi, hâlâ da der. Biz beraber büyüdük. Dahası, abisiyle canciğer arkadaşız. Aynı evin çocukları gibiyiz. İnsan arkadaşının kızkardeşine nasıl yan gözle bakar abi? Ben bakamam. Bakmamalıydım. Nasıl yaptım? Ne edeceğim ben şimdi? Geçen görücü gelmiş diye duydum. Verecekler diyor bir ölüyorum. Keşke verseler, benim de umudum söner, diyor bir ölüyorum. Böyle ne olacağım ben?”
O zaman çekmeceye elini uzattı. Bir paket sigara çıkardı. Bir tane kendi aldı, bir tane bana uzattı. Dedim ki; “Estağfurullah abi, karşında içemem.”
“İç oğlum” dedi. “Haketmişsin, aferin, gözüme girdin. Bu seferlik sana iltimas geçiyorum. Sen aşkını kabul edebiliyorsun. Çok cesursun! Ama yolda içerken falan karşıma çıkarsan ayağımın altına alırım seni. Şimdi beni iyi dinle. Sana kendi hikayemi anlatayım. Bunu bugüne kadar kimseye anlatmadım. Herkes birşeyler söyler durur arkamdan, bazılarını biliyorum. İşte bu Mehmet üniversitede birisini sevmiş, yok işte kızın ailesi vermemiş, yok kızın gönlü bunda yokmuş, yok zengin bir aileymiş, sınıfları uyuşmamış, Mehmet bunu unutamamış. Hepsi yalan oğlum. Hepsi yalan. Bugün sana Mehmet abin, bizzat kendisi neden bu hale geldiğini anlatacak. Anlatacak ama aramızda kalacak. Birisinden duyarsam bacaklarını kırarım.”
“Tamam abi, ayıp ettin. Söz, benimle ölecek.”
“Dinle o zaman... Ben lisedeyken çok deli bir çocuktum. Deli derken, öyle kafayı yemiş falan değildim tabii. Ama çok cesaretliydim. Hem de güçlü kuvvetliyim ya, bana bir nevi okulun kabadayısı gözüyle bakarlardı. Ders falan hak getire... Kitap falan baktığımız yok. Öyle asayişi sağlamak sanki üzerimize vazifeymiş gibi dolanıp duruyoruz ortalıkta. Hocalar da seviyor hani beni. Öyle serseri sınıfından değilim. Öyle olanlara da göz açtırmıyorum. Onlarda notlarda iltimas geçiyorlar bana. Gelmediğim günleri de görmezden geliyorlar. Anama, babama yüzümü karartmıyorlar. Günler öylece geçiyor. Annen bilir o dönemlerimi...
Öyle böyle, lise üçüncü sınıfa geçtik, bizim okula Antalya’dan bir edebiyat öğretmeni geldi. İsmi; Hatice. Ufak tefek bir kadın. Yaşı otuz var yok. Konuşurken sesi böyle fısıltı gibi çıkıyor. Çok yumuşak, huzur veren bir ses... Sanırsın, insanları sesiyle dahi incitmek istemiyor. Öyle merhametli. Ama herkese karşı merhametli. Bakıyorum dikkatle, böyle tek tük akları da var başında. ‘Demek dertli kadın’ diye geçiriyorum içimden.
Neyse, bu Hatice Hanım ilk gün bize bir şiir okudu, bir şiir okudu. Ben eridim bittim. Adeta kendimden geçtim. O yumuşak sesiyle öyle bir etkiledi ki beni, benim edebiyata ilgim arttı. Hani hiçbir dersini kaçırmaz oldum. Derslerden önce dua ediyorum ki, kadıncağız bir şiir daha okusun. Ama serde kabadayılık var, kimseye açık etmiyorum hislerimi. Demiyorum ki, böyle bir şiir aşkı doğdu bende. Hoca şiir okusun diye dualar ediyorum cuma namazlarında... İçte yanan bir ateş kavuruyor beni.
Neyse, kadın kimin şiirini okuyorsa ben hemen kitabını buluyorum, okuyorum. Kadın kimi övüyorsa hemen onun külliyatını hatmediyorum. Gizlice; evden, herkesten habersiz yapıyorum bunu tabii. Garipseyenler oluyor ama birşey diyemiyolar. Eve kapanıyorum artık akşamları...
Gel zaman git zaman bir kompoziyson imtihanı oldu. Dedi ki; ‘Haydi çocuklar herkes unutamadığı bir anını anlatsın. Bir buçuk sayfayı geçmeyin ama...’
Ne anlatayım, benim öyle çok fazla anım yok ki... Tuttum bunun bize ilk şiir okuduğu anı, ismini vermeden anlattım. İmtihan bitti, on gün sonra notları açıkladı. Benim ismimi okuyunca durdu, notu söylemedi. ‘Mehmet kim?’ dedi. Elimi kaldırdım. Uzun uzun, hayran hayran bana baktı. ‘Aferin’ dedi. ‘Yüz.’
Bütün sınıf şokta tabii... Mehmet’in hiçbir dersten hocaların kıyağı olmadan geçer not aldığı duyulmuş şey değil. Ders bitti, hoca öğretmenler odasına çağırdı. Diğer hocalar çay, kahve muhabbeti ederken biz on dakika kompozisyonum üzerine konuştuk. Çok beğenmişti. Bana kimleri okuduğumu sordu. Ben de derste tavsiye ettiği herkesi okuduğumu, ama bunun aramızda kalması gerektiğini söyledim. Güldü, ama tamam dedi. Sonraki günler bana hep yeni kitaplar getirdi.
Günler böyle geçiyordu. O bana kitaplar getiriyor, ben ona okuduktan sonra neler düşündüğümü anlatıyordum. Beni hayretle dinliyordu. Sonra beni kompoziyon yarışmalarına da soktu. Çaresiz katıldım. Dereceler de aldım. Birden okulun yıldızı oluvermiştim. Ama kabadayılığı da bırakmadım tabii... Onun da gerektiği yerler oluyordu mutlaka.
Bizim buraların huyunu suyunu bilirsin. Dışarıdan birisi geldiğinde “Yabancıdır, bizim buraları bilmez” demezler. Kılığına, kıyafetine, hareketlerine çok takarlar. Sürekli dedikodusunu ederler. Bizim Hatice Hanım’ın da dedikodusunu yapanlar çoğalmaya başladı. Hatta bizim buranın serseri takımı duydum ki, hocaya askıntı da oluyorlarmış. Tabii dayanamadım. Hocayı okul çıkışı eve kadar takip etmeye başladım. Bir gün böyle rahatsız edecek oldu birileri. Siz misiniz rahatsız eden? Allah ne verdiyse, zaten hazırlıklıyım. Yer misin, yemez misin. Elimden zor aldılar herifleri.”
“Eee, sonra abi?”
“Sonrası güzel. Meğer bu itler hocayı epeydir rahatsız ediyorlarmış da korktuğundan birşey diyemiyormuş. Ben hadlerini bildirince rahatladı. Ama bana fırça da attı. ‘Sen ne karışıyorsun büyüklerin işine?’ diye. Aldırmadım. ‘O kadar da küçük değiliz’ dedim.
Hülasa; o sene muhabbetimiz çok iyiydi. Beni üniversiteye hazırlanmaya bile ikna etti. Ders çalışmaya başladım o yaştan sonra. Bunun dışında şiirdir, edebiyattır böyle aşk gibi sarıldım onlara. Okuyorum, okuyorum, okuyorum. Kitap hastalığı bende o zamandan kalma.”
“Vay, helal olsun Hatice Hoca’ya... Ne iyi öğretmenmiş. Heykelini yapmalı böylesinin.”
“Sen dua et başına bir iş getirmesinler... Heykelini geçtim.”
“Niye öyle söyledin abi?”
“Bak, dinle. Hatice Hanım benimle çok ilgileniyor, ben de ona çok sahip çıkıyorum ya, bir zaman sonra da ikimiz hakkında da dedikodular çıkmaya başladı. Yok benim gönlüm ona düşmüşmüş. Yok o da beni seviyormuş falan...”
“Aaa, ne kadar ayıp...”
“Herkes öyle söyledi zaten. Ne kadar ayıp? Ayıp, ayıp, ayıp... Sonra bu dedikodular öyle bir seviyeye vardı ki, hocam bana dedi: ‘Mehmet ben tayinimi istedim. Gideceğim buralardan. Bu dedikodular çok kötü bir noktaya doğru gidiyor.’
‘Hocam ben varken size kimse birşey diyemez’ dedim.
‘Yok birisi birşey diyeceğinden değil’ dedi.
‘Ya, o zaman?'
‘Başka şeyden korkuyorum’ dedi. Bir daha bana hiçbir şey söylemedi. Sene sonu çantasını ben taşıdım otogara kadar. Ben yolcu ettim. O kadar üzüldüm ki gittiğine. ‘Mektuplaşırız artık’ dedi. ‘Elbette...’ diye cevap verdim. Ama onun yazdığı hiçbir mektuba cevap yazmadım.”
“O neden abi? Kızdın mı?”
“Yok len, ben de korkuyordum.”
“Neyden abi?”
“Şimdi anlıyorum ki, onun korktuğu gibi birşeyden. Beni kenara çekip bu hususta uyaran herkese ‘Aklınızı başınıza alın, o benim öğretmenim. İnsan öğretmenine yan gözle bakar mı?’ diye erkeklik ayarları çekiyordum. O ayarların üzerine bir de hocamla mektuplaşmaya devam etmek, bana yanlış gibi geldi. O yüzden mektuplarına cevap vermedim. Korktum. O da en son bir kitap gönderdi, bir daha mektup göndermedi.”
“Kitap neydi abi?”
“Hz. Hatice annemizin hayatını anlatıyordu. İşte Peygamber Efendimiz’le evlenmesi, onun için yaptıkları falan.”
“İlginç... Niye onu göndermiş ki?”
“Ben de çok düşündüm. Aklıma bir hikmet gelmedi. Kitabı çok beğenmiştir belki, okuyayım diye göndermiştir dedim. Ama yıllarca da yüzünü açmadım. Askere gittim, üniversiteyi bitirdim. Annemler evlen diye tutturdular. ‘Kimseyi sevmiyor musun?’ diye sordular. İşte o zaman kitap tekrar aklıma geldi.”
“Allah Allah, ne garip hikaye?”
“Garip ya... İşte o zaman kitabı alıp okudum.”
“Okudun? Hem de yıllar sonra... Sonra?”
“Sonra Hatice’nin ne demek istediğini anladım işte...”
“Ne anladın abi? Ben hiçbir şey anlamadım.”
“Peygamber Efendimizle Hz. Hatice evlendiklerinde kaç yaşlarındaydılar?”
“Şeyy... Hz. Hatice büyüktü değil mi?”
“Evet, Efendimiz 25, Hz. Hatice validemiz 40 yaşında diyorlar.”
“Evet, eee?”
“İşte benim de jetonum düştü. Gönlümdeki boşluğun sebebini anladım. Yıllar sonra... Yıllar sonra hatamı anladım. Hocamı aramaya başladım mecnun gibi. Yıllar sonra buldum mezarını. ‘Öldü’ dediler. ‘Yıllar önce ağır hastalığa tutuldu, öldü.’ Sordum kardeşlerine ‘Nasıl bir hastalıktı bu?’
‘Biz de bilemedik ki...’ dediler. ‘(...) şehrinde (...) ilçesinde bir öğretmenlik yaptı bir sene. Oradan tayinini istedi sonra. Huyu suyu değişti Hatice’nin. Ne yediği ekmekten, ne içtiği sudan birşey anlar oldu. Hep üzgün, hep karamsar... Açılmadı da bize. İyice kötüleşti daha sonra. Hastalandı. Çaresi de bulunamadı.’”
“Allah rahmet eylesin.”
“Allah rahmet eylesin Kenan, eylesin. Allah rahmet eyler zaten herkese. Bazı biz bile fark etmeyiz. O eder. Ama kardeşim, biz de öyle aptal, böyle salak, böyle dingil olmayalım. Allah’ın helal ettiğini kendimize haram kılmayalım. Çok kızıyorum lan kendime. Çok kızıyorum. Kuduracak gibi oluyorum. Günüm gecem hep kahır oluyor bazen. Zaman geçmez oluyor. Kederden deliriyorum. ‘Bana neden evlenmiyorsun?’ diyorlar. Nasıl evleneyim? Ben ki, daha aşkımı kendime itiraf etmeyi becerememiş bir korkağım, nasıl evleneyim? Kime, nasıl saadet vadedeyim?
Bazen onu hatırlıyorum. İçime bir bıçak saplanıyor. İhtimal hesapları sarıyor her yanımı... Şöyle yapsayım, şöyle davransaydım. Hiçbirisi gerçek olmuyor. Sabah ediyorum. Bir kitaplarım var yalnız elimde. Okuyorum, okuyorum, okuyorum. Bazı bazı şehri terk edip onun mezarını ziyaret ediyorum. Başında Yasin okuyorum, Fatiha okuyorum, olmuyor. Yine duramıyorum. Kadere imanım var elbette, ama yine de aptallığıma kızmadan edemiyorum. İnsanın kendi kendisine ettiğini şeytan bile etmez Kenan...”
Günışığı pencerelerden içeriye girerken o hâlâ ağlıyordu. Cesaret edip teselli veremedim. Nasıl verecektim ki? Ben de bir korkak değil miydim? Kendime helali haram, haramı helal etmemiş miydim? İşte o gün bugündür içkiye tevbeliyim. Ağzıma sürmem.
 

Yazarın Diğer Yazıları