Şehzade Katli ve Hala Akıllanmayanlar
Dr. Vehbi Kara
- 651
Şehzade katli, saltanat denilen ve Peygamber Efendimizin (asm) kötülüğünü ifade ederek “ısırıcı” olarak nitelediği yönetim sisteminin sonucudur. Tarihteki bütün medeniyetler Mısır, Roma, Pers ve daha nice devlet saltanatı benimsemiştir.
Emevi, Abbasi devletlerinin yanı sıra Osmanlı ve Selçuklu gibi Türk devletleri de saltanatla idare edilmiştir. Ecdada saygı yüzünden olsa gerek ne yazık ki saltanatın çirkin yüzünü nedense kimse görmek istememektedir. O halde bu çok kötü yönetim biçiminin en kötü tarafını nazara vererek bazı ezberleri bozmakta yarar vardır.
İşte saltanatın en kötü yanı şehzade katlidir. Daha kundakta iken sabiler, yavrucaklar boğazlanmış, öldürülmüştür. Bu cinayeti işleyenlerin cevabı da hazırdır “devletin bekası için yaptık”. Sanki ruz-i mahşerde bu cevap kendisini kurtaracak. Hadi cinayete ortak olanları anlamak mümkün, vicdanlarını rahatlatmak için böyle söylüyorlar. Peki, hiç alakası olmadığı halde günümüzde dahi “şehzade cinayetlerini” savunanlara ne demeli. Bu zavallılar hangi amellerine güveniyor ki bu dehşetli günahı üzerlerine almaktan çekinmeyip savunabiliyorlar. Allah’ın akılsız böyle çok kulu vardır…
Şimdi konuyu biraz daha detaylı izah etmeden önce tasnif ihtiyacı bulunmaktadır. Yani şehzâde, bilfiil isyana teşebbüs etmiş, çıkardığı fitne kanın akmasına sebep olmuş mu? Eğer böyle bir durum söz konusu ise durum farklıdır. Zaten bu konuda bir tartışma yoktur. İsyan çıkaran şehzadeyi kimse savunmuyor. Saltanatın genel kaidesidir “ya devlet başa ya kuzgun leşe” giderler. Hala bu acımasız ve ısırıcı saltanatı savunan varsa bu zavallılara acımak gerekir.
Konu asıl şu noktada düğümleniyor. “Daha küçücük veya hiçbir isyana teşebbüs etmemiş şehzadeleri öldürmek”. İşte bunun hükmünü cevaplandırmaya çalışıyoruz.
Çok kestirme ve basit olarak söylemek gerekir ki masum insanları katletmek ve buna taraftar olmak, insanı bir günahkâr olarak ruz-i cezada yüzünü kara etmeye yeterlidir. Demedi demeyin…
Maksat tarihî seyri içinde hâdiseleri ele alıp, defalarca yazılmışları bir daha tekrarlamak değildir. Hala inatçılık yapan kişileri ikna etmek ve İslâmiyet’i bu dehşetli iftiradan korumaktır. Çünkü çok bilmiş şekilde konuşan adamlar; kelli felli ve burunlarından kıl aldırmayan diploması, sertifikası, makamı ve mevkii olan kişiler. Bunlara laf anlatmak zordur. O yüzden biraz detaylı yazmak icap ediyor.
Şimdi temel itiraz noktasından başlayalım. Diyorlar ki; bu şehzadeler yarın isyan edeceklerdi. Haa! Orada durun bakalım. Çünkü İslâmiyet’e göre, niyet yalnız başına sebeb-i ceza değildir. Bir kişi, on kişiyi öldürme niyetini ilân etmiş bile olsa, on kişiyi öldürmüş gibi cezalandırılamaz. Değil buna Şer’i Şerif’le hükmetmek, beşerî hiçbir kanunla da hükmetmek mümkün değildir.
Zira suç vâki olmamıştır. Suç vâki olmadığı için de son ana kadar niyet sahibi, hem vaz geçebilir, hem de niyetini herhangi bir sebebe bağlı olarak gerçekleştirmeye muvaffak olmayabilir. Dolayısı ile niyetine terettüp eden bir ceza varsa, o ceza verilir ki; istibdad idarelerini bir kenara bırakırsanız, dünyanın hiçbir yerinde bunun cezası niyet sahibini öldürmek değildir.
Bir de düşününüz ki, teşebbüs şöyle dursun, orta yerde bir niyet bile mevzubahis değil. Ancak diyorsunuz ki, ya böyle bir şeyi yaparsa? Bu ihtimalden hareketle yeryüzünde öldürülmeyecek tek insan kalmaz. Her insanı bu tuhaf ihtimalden hareketle öldürüp imha edebilirsiniz. Buna misal olarak Napolyon’u örnek verirler. Bu adam demiş ki “bana öyle bir şey söyle ki seni o söylediğin söz yüzünden idam edeyim”. İşte niyetinden dolayı adam öldürmekle akıl ve iz’ana karşı bundan daha büyük bir cürüm işlenemez.
İster istemez İzmir Suikastı akla geliyor. Bu yüzden başta Kazım Karabekir olmak üzere birçok İstiklal savaşı gazisi kişi idam edilmek üzere yargılanmıştı. Ordu Karabekir’e sahip çıktı da paçayı kurtardı. Lakin diğerleri o kadar şanslı değildi. İddialara göre “suikasta sadece niyet etmişler, teşebbüs dahi etmemişlerdi”. Fakat hepsi asıldı. Çünkü bunlar şehzade katline kılıf geçirenlerden ders almışlardı. İnsanı ne derece sukut ettiriyorlar, ibret almak lazım…
Şimdi, “ihtimaldir ki bazı kelleler kesilecektir” sözünü söyleyen ve Nutukta çekinmeden yazan M. Kamal’ı kaale bile almıyoruz. Zira onun için değil şehzade binlerce insan da öldürülse sorun olmazdı. Biz bir parça İslam hukukunu bilen ve ona saygı duyan insanlar ile hesaplaşıyoruz.
Dahası var: Düşününüz ki, devlete yani padişaha isyan edebileceği ihtimalinden hareketle öldürülenler arasında emeklemekte olan bebekler de var. Hükümranın aklına bakar mısınız? Diyor ki, “Bu bebek büyüyecek, bana veya kardeşine isyan ederek devletin bekasını yani kendi iktidarını tehlikeye düşürecektir. Onun için şimdiden öldürünüz.”
Behey zalim! Nereden biliyorsun ki, o çocuk, erken bir hastalık veya başka bir sebeple ölmeyip büyüyecek, sonra isyan edip fitneyle kanın akmasına sebep olacaktır? Sorulacak en kaba ama en doğru sual, “Sen kimsin? Nefs-ül Emre sen mi hükmediyorsun? Kaderin mizanı senin elinde mi? Sen mi halk ediyorsun?
Hadi katil olmayı göze alıp öldürüyorsun. Hesabını âhirette vereceksin elbet. Peki, neden senin korkundan ödleri patlayan zavallı bir kaç âlimi fetvacı yapıp hem İslâmiyet’i kirletiyor, hem de o zavallıları da kendin gibi Cehennem’e sürüklüyorsun?
Düşünce kabiliyetleri düşük, fanatik tarafgir hissiyatının insanlıktan çıkardığı bazı zatlar kızacaktır elbette. Olsun ziyanı yok, yeter ki hakikat anlaşılsın.
Öncelikle hakkın hatırı alidir, gerçekleri zarar görmek pahasına da olsa söylemek lüzumu vardır. Hele de bu hakikatler İslâmiyet’e taalluk ediyorsa, asla tereddüt edilmemelidir. Kim kırılır, kim kızar; beş para ehemmiyeti yoktur.
Sakın zannedilmesin ki bu yazı ve sözler Osmanlı düşmanlığıdır. Haşa ve kellâ! Değildir, o muhteşem devletin iyiliklerine ve hasenatlarına asla gölge düşürmez. Aksine, Cihan Devleti Osmanlı’nın iyilikleri o kadar çoktur ki söylemek kitaplara sığmaz. Bunu daima yapmaktan şeref duyarım. O noktadan bakmamalı zira çok özel ve çok tartışılan bir konuya bakmaktadır. Muhakemesi yerinde olanlar maksadı takdir etmekte zorlanmaz ve hak verirler. Çünkü Osmanlı hukuk sisteminin ana direği, elbette ki "Şer'-i Şerîf" idi. Buna itiraz edilmez.
Lakin Osmanlı hukuk geleneğinin belki en çok rahatsız edici yönü ve özelliklerinden birisi ise, dört temel şer’î hukukî delili yeterli görmeyip haddi aşmasıydı. Yani ayet, hadis, icma ve kıyası yeterli görmeyip şeriatın açık-kesin hükümleriyle çelişmemesi şartıyla cevaz vermiş olduğu ‘beşinci delili’ yani "örfî hukuku" etkin ve bazen söz konusu edilen dört delilin de alanına müdahale edecek derecede kullanmasıydı.
İşte bu tavır ise saltanat sistemini, İslam’la uyuşturmaya çalışmaktan tutun da “hikmet-i hükumet” kurgusuna veya şehzade katlinin meşruluğundan, meşhur istibdat devri uygulamalarına kadar hayli yanlışı “doğruya” çevirebilmişti. Halen de çeviriyor nice zihinleri bu günahlara ortak edebiliyorlar. Aman sakın ha. Zaten yeteri kadar günaha bulaşmış insanların böyle işlere cesaret etmesi ciddi anlamda çok tehlikelidir.
Üstelik aynı tavır, bu meselelerde sesini yükselten mümin vicdanları ise cahillikle suçlayarak “bilmediğiniz şeyler var!” kolaycılığıyla hakaret noktasına kadar gidebilmektedir.
Oysa muhtemel bir tehlikeye karşı şehzade katlini hala mazur ve meşru gören ama “insaniyet-i kübra'nın” özellikle de ahir zamana bakan dersine talebe olduğuna inanan kimi müminlerin, "adalet-i mahza" hakikati ile "umumun selameti için fert feda edilebilir" anlayışının birbiriyle uyuşup uyuşmadığını, bilmeleri gerekir. Hassaten Bediüzzaman Said Nursi’yi okuyup anlamaya çalışanların bu noktada hataya düşmesi inanılamaz bir ayıptır.
Dahası, umumun selameti için ferdin feda edilmesinin ancak "ehven-i şer" ve istisnai bir çare olabileceği; muhayyel ve muhtemel gerekçelerle masumun hukukuna girmenin dinle bağdaşamayacağı; her ferdin hukukunu gözetmenin ise esas ve asıl hukukî gaye, metot olduğu gibi hakikatler, ecdadın ruhunu incitecek derecede bir ecdat sevgisine kurban edilmemelidir.
Bu bağlamda, "Kişinin kavmine zulümde yardımcı olması taassuptan asabiyettendir." (İ.Mâce, Fiten, Hadis no: 3949) hadisinde ifade buyrulan “zulümde yardımcı olmak” fiilinin, “kavminin geçmişte yaptığı hatalara, hikmet ve masumiyet yükleyerek onları şu anda da savunuyor olmayı” kapsayabileceği unutulmamalıdır.
Bu ihtimal dahi aklı başında olan insanı titretir, vesselam…