Mustafa Toygar

'Gül' en güzel örnektir

Mustafa Toygar

  • 245

Kıymetli Gönül Dostları;

Cuma'nın rahmeti, bereketi ve fazîleti cümlemizin üzerine olması ve gönlümüzün serâpâ "GÜL" kokularıyla dolması duâsıyla hayırlı Cumalar diliyorum.

"Rebîu'l-evvel Ay'ı" münâsebetiyle teberrüken bir "Gülnâme"* gönderiyorum, bâkî selâm ve kalbî muhabbetlerimle...        

   Dr. Mehmet Güneş                                                                                                                                                          

"Gül”; hilkatin besmelesi, nübüvvetin hâtimesi, Rabbimiz’in insanlığa müjdesidir. 

“Gül”, hayatın vesîlesi, muhabbetin ilk nefesi,  Muhabbetullah’ın zirvesidir. 

“Gül”; Hakk’ın yüreklerde yankılanan sesi, kâinâtın en güzel bestesi, tevhîdin son cümlesidir. 

“Gül”; Esmâ’ül Hüsnâ’nın “ete kemiğe bürünmüş” cismânî hâli; şefkatin, şefâatin, rahmetin, merhametin, muhabbetin… numûne-i imtisâli ve insanlığın kemâlidir. 

“Gül”, vahyin canlı tefsiridir. “Gül”, Kur’ân’ın en doğru müfessiridir. “Gül”, en “Emîn” ölçüdür. “Gül”, “en güzel örnek”tir.

Kur’ân-ı Kerîm, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’a “üsve-i hasene” [1] (en güzel örnek)ve “sirâcen munîrâ” [2]  (nur saçan kandil) olarak vasfetmesine rağmen; içinde bulunduğumuz zaman; “Gül”ü, hakkıyla “örnek”  al/a/madığımız ve nûruna pervâne ol/a/madığımızbir devirdir.  Bu devir; her türlü anlama zâfiyetinin doğru diye takdîm edildiği, dîni yanlış anlama ve yorumlamadan kaynaklanan amelî ve îtikâdî problemlerin en yoğun yaşandığı ve çoğunlukla şeklî bakımdan taklit etmenin kesâfet kazandığı bir dönemdir. Bu dönem; Hz. Peygamber(s.a.v.)’i Kur’ân’dan öğrenip, Kur’ân’ı da Hz. Peygamber(s.a.v.)’in rehberliğinde tedris ve tefsir etmedeki eksiklik ve atâletin fazlasıyla yaşandığı bir süreçtir. Bütün bunların sonucunda ise; dînî hayatımızdaki her türlü çarpık, eksik ve yanlış anlama gibi bir takım problemler gitgide artarken, doğru değerlendirmelerin hayatımızdaki hükmü de mütemâdiyen azalmaktadır /azalmıştır.

 

Hâlbuki bizler, “Gül”ü şuur plânında örnek almak, nûruyla ufkumuzu aydınlatmak, Kur’ân’ın âyet âyet inşâ ettiği Hz. Peygamber(s.a.v.)’i ve Hz. Peygamber(s.a.v.)’in hayatıyla yorumlayıp icrâ ettiği Kur’ân’ı hakkıyla idrâk etmek mecbûriyetindeyiz.  Nasıl ki, Kur’ân-ı “Gül”ün rehberliğinde tefsir etmemiz ve bir anlam haritası çizmemiz her Müslüman için bir mecbûriyetse; “Gül”ü de Kur’ân’sız anlamak, O’nu anlamamaya ya da yanlış anlamaya sevk edebilecek bir keyfiyettir.  Bu keyfiyet ne yazık ki; kendi içinde idrâk paslanmasıyla sonuçlanan tahayyüllerin, insan üstü tasavvurların ya da misyon ve fonksiyon daralmasının ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır / hazırlamıştır.

Bu ve buna benzer anlama probleminden dolayı ne yazık ki bizler, “..Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için Resûlullah  en güzel örnektir..” [3] Âyet-i Celîlesi’nde  ifâde buyurulan “en güzel örneklik” mefhûmunu hakkıyla kavrayamadık. Hâlbuki Kur’ân, “Gül”de tezâhür eden eşsiz güzellikleri birçok âyet-i kerîmede işâret buyurarak “örnek insan”ın nasıl olması gerektiğini teferruatıyla bize anlatmıştır.  Ve zâten, “Gül”ü doğru anlama ve idrâk etme yolunun; O’nu şeklî olarak taklit etmekten değil, şuûrlu bir tercihe “örnek” alarak hayatımıza taşımaktan ve “asrın idrâkine söyletmekten” geçtiği de “akledenler” için âşikâr bir gerçektir.

“Gül”ü, Kur’ân’ın  ifâde buyurduğu gibi anlamak; îman - irâde - akıl çerçevesinde “örnek alıp” rehber edinmek varken, “örnek alınamayacak kadar yücedir” ön kabûlüne dayanan bir mantık(sızlık) sonucu acıklı bir muhâkeme acziyeti yaşadık. Bilerek veya bilmeyerek O’nun ölçülerini ve örnekliğini âtıl hâle getirdik.  Bu yanlış anlamaların hazîn bir netîcesi olarak Kur’ân’ın târif ettiği Hz. Muhammed (s.a.v.) gerçeğinden uzaklaşırken, bunun yerine; zihnî, fikrî ve amelî ârızaların inşâ ettiği “tasavvura dayalı bir Peygamber anlayışını” ikâme ettik.  Bâzen, yanlış anlama ve algılama netîcesi veya yabancı kültürlerin etkisiyle, muhayyilemizi aşırı derecede zorlayarak O’nu beşerî hüviyetinden tecrit edip, âdetâ rûhânîleştirdik. Kur’ân’ın  ifâde buyurduğu “insan peygamber” hakîkatini, tasavvurda olan “insan ötesi” hayâle dönüştürdük. Bâzen de; insanı, eşyâyı, zamanı, hayatı, tabiatı ve bütün bir kâinâtı vahyin ışığında anlamanın “öznesi” olan Kâinâtın Solmayan Gülü’nü, sâdece “vahyin taşıyıcısı ve tarihin nesnesi” şeklinde algılayıp, “ölçü ve örnek” olma husûsiyetlerini gözardı ederek çağımızdan ve hayatımızdan dışladık…

Oysa İslâm’ın teorik kaynağı Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân, pratik ölçüsü de Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın muazzez hayatlarıdır. “Gül”ÜN “yaptıkları ve söyledikleri” diye özetleyip, topyekûn bir hayat nizâmı ve İslâm’ın kâinâta bakan ufku olarak niteleyebileceğimiz sünnet-i seniyyeler ise, Kur’ân’ın yaşanmış, yaşanabilen ve yaşanması gereken hâlidir. Yâni, Kur’ân “Mutlak Hakîkat”, sünnet ise “Yaşayan Hakîkat”tir.  Kur’ân ile sünneti birbirinden ayırmak, hayatı Hakîkat’ten koparmaktır. Sünneti göz ardı etmek ya da hafife almak ise, dînin; yaşanan, yaşatan ve yaşayan pratiğini yok saymaktır. O “Gül”; misyon, vizyon ve icrâ ettiği fonksiyon îtibâriyle hayatla her an iç içe bulunan ve her dem canlı olan Kâinâtın Solmayan Gülü’dür. “Gül”ü mekânla ve zamanla sınırlı bırakmak ya da yaşadığı tarihe mâl etmek, O’nun getirdiği İlâhî mesajı hiç anlamadan hayatın dışına çıkarmaktır. Çünkü O, bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün insanlara hitâp eden cihanşümûl bir vahyi tebliğ etmiştir. “Gül”ü hayattan dışlayarak ya da sâdece “mesaj taşıyıcı” şeklinde görerek İslâm’ı anlamaya çalışmak; karanlık denizlerde pusulasız yön tâyin ederken nefsânî dehlizlerin girdâbında kaybolmaya veya yanlışlıklar içinde boğulmaya yol açar/açmıştır/açacaktır. “Kur’ân Müslümanlığı” diye kulağa hoş gelen bir sloganın peşine takılıp istikamet(sizlik) belirleyenler; dînî hayattan sünneti tecrit edip, “hayatlı bir dînin” hayatına kastetmek isteyenlerin değirmenlerine su taşıdıklarını,  ifrat ve tefrite yol açacak bir düşünce girdabına -bilerek ya da bilmeyerek- savrulduklarını ve Hakîkat’ten uzaklaştıklarını belki de görmemişlerdir /görememişlerdir /görememektedirler. “Gül”; hayâl âleminde yaşatılan, hayatın dışında kalan ve dünyadan âzâde olan değil, hayatın her bölümünü tanzim eden bir rehberdir. “Gül”; İlâhî hutbeyi tebliğ eden Son Peygamber(s.a.v.)’dir ve her yönüyle “örnek” bir insandır. “Gül”, fevkalbeşer (insanüstü) değil beşerdir; yaratılış kanunlarına tâbî bir insandır; fakat bütün insanların en seçilmişi, en yücesi ve en mükemmelidir, yâni “Seyyidü’l-beşer” (İnsanlığın Efendisi)dir. Şâir, bu hâli şu mısralarla çok veciz bir biçimde dile getirmiştir: 

 

“Muhammedün beşerün, lâ-ke’l-beşer,

Bel hüve ke’l-yâkutı beyn-el hacer.” [4]

 

(Muhammed (s.a.v.) insandır, fakat sanma ki sıradan beşer gibidir;

Taşlar arasında yâkutun değeri nasılsa, insanlar arasında O’nun kıymeti de öyledir.)

 

O, “şan ve şerefinin” yükseltildiğine Kur’ân’ın şâhitlik ettiği, “alâ hulukin azîm” [5] yâni “muazzam bir ahlâk üzere” şahsiyeti inşâ edilmiş bir insandır. O, nübüvvet ve risâlet kaynağının en gümrah rahmet ve şefkat pınarıdır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, yanlış anlama problemini ortadan kaldırmak için,Kâinâtın Solmayan Gülü hakkında; “..(Ey Muhammed) De ki; ben de yalnızca sizin gibi bir insanım..”[6] diye buyurmaktadır. O, -hâşâ- ilâh değil, bir insandır; ancak “İnsanlığın Ufku” ve “Kâinâtın İftihar Tablosu” olan “Gâye İnsan”dır.  O “Gül”ün emsâlsiz vasıflarına, Allah’ın Son Elçisi olma mazhâriyeti de eklenince “en güzel örnek” olma sıfatı Hz. Muhammed Mustaf(s.a.v.)’nın 63 yıllık dünya hayatında bütün ihtişamıyla tebellür etmiştir. Zîrâ O “Gül”, zirvedeki îmanı, güzel ahlâkı, sağlam karakteri, erişilmez sabrı, ulaşılmaz azmi, sarsılmaz irâdesi, tertemiz rûhu, keskin zekâsı, muazzam muhâkemesi, müthiş ferâseti, müstesnâ basîreti, fıtrî asâleti ve her “en”in “en”i olan muhteşem hasletleriyle “en üstün insan”dır. Fakat yüzyıllardır bu idrâkten uzak kaldığımız için yanlış vâdilerde dolaştık. Ya “Gül”ü “insanüstü” görüp, “örnek alma” yerine “hayran olma” kolaylığını seçtik, ya da ne hazidir ki, sâdece  “mesaj taşıyıcı bir insan” konumuna getirip ‘sıradanlaştırdık.’

Kur’ân’da “Gül”ü, “Gül”de Kur’ân’ı göremediğimiz; “Gül”le Kur’ân’ı, Kur’ân’la “Gül”ü tanıyamadığımız ve “akleden kalbimizi” [7] devre dışı bıraktığımız için asırlara saâdet taşıyan, zamanı “Asr-ı Saâdet” yapan “Gül” kokusunu; ne kendimiz yeterince teneffüs edebildik, ne de cihânı bu âsûde güzelliklerle buluşturabildik.

“Örnek” kılınan “Gül”ün nebevî ölçülerini ve “ahlâkı” başta olmak üzere beşerî hasletlerini hayatımızın, düşünce ve davranışlarımızın merkezine taşımayı başaramadık. O’nun yaptıklarını, yaşadıklarını ve yaşattıklarını hayat tarzımız hâline getiremediğimiz gibi, hadislerin amacını da idrâk ederek yorumlayamadık. O’nun getirdiği nurlu mesajın mânâ ve muhteviyâtını anlamayı; O’nun işâret buyurduğu ufku algılamayı; alınteri-göznûru döküp, zahmet çekerek “Gül”ü zamanın ihtiyaçlarına göre yeniden okumayı; yeni baştan üreterek şuur tâzelemeyi ne yazık ki gerçekleştiremedik. Hâlbuki O, aklı ve irâdeyi her zaman âmir kılan; madde-mânâ, ilim-îmân, dünyâ-âhiret, tedbir-tevekkül… dengesini tam bir âhenk içinde yorumlayan; “akletmeye, fikretmeye, fıkhetmeye ve şükretmeye” önem veren “Ufuk Peygamber”di. Buna rağmen, bizler asırlar var ki; ilmin ve çalışmanın farziyetini, tefekkür ve alınterinin kutsiyetini, dünyâ ve âhiret mükellefiyetini unuttuk. “Gül”ü, Kur’ân’ın rehberliğinde anlamadığımız için dînî hayatımızı ve düşünce dünyamızı; ya rivâyetlerin, menkîbelerin, mistik tasavvurların ve hilkate mugâyir düşüncelerin; ya da salt aklın, tarihselliğin, sünnete muhâlefetin, Hermetizm’in ve misyon daraltılmasının câzibe merkezi hâline getirdik.

 

Altın çağımız hâriç, biz; ilimden, teknikten ve sanattan uzaklaştık. Dünya medeniyetine son beş yüzyıldır maalesef önemli bir katkıda bulunamadık. Batı’nın yaptığı îcatların ve artı değer olarak ürettiği nesnelerin tekâmülü mevzûunda yeterince kafa yormazken, bunların “câiz” olup olmadığı husûsunda hummâlı tartışmalar yaptık ve “çok iyi bir tüketici” olduk.  Sınâi, iktisâdî, içtimâî, ilmî, fikrî, felsefî ve edebî alanlarda kendimizi gösteremedik. Oysa “Gül”ü hakkıyla sevmek; O’nun sâdece adını anmak ve kuru kuruya kutsamak değil, O’nun işâret buyurduğu hedeflerin amacını kavramak, gösterdiği ufkun gâyesini anlamak, O’nun emrettiği gibi yaşamak, O’nu hayatımızda yaşatmak, hâsılı O’nu şeklî bakımdan taklit etmek yerine şuûrlu olarak örnek almaktır.

“Gül”ü örnek almak; Bezm-i Elest’te Rabbimiz’e verdiğimiz söze sâdık kalarak Hakk’ı bilmek, Kâinâtın Solmayan Gülü’nün cihanşümûl nübüvvet ve risâletini rehber edinip “sırât-ı müstakim”i bulmak ve “Âlemlere rahmet” [8] olarak gönderilen “Hâtemü’l-enbiyâ” [9]nın ayak izine basarak yürümektir.

“Gül”ü örnek almak; önce “Lâ” diye başlayıp, bütün putları yıktıktan sonra, “İllâ” hükmünün muhteşem mührünü Kelime-i Tevhîd’le kalplere vurmaktır.

“Gül”ü örnek almak; tek hüküm sâhibinin “Allah (c.c.)” olduğunu, O’ndan gayrı hiç bir şeyin bâkî olmadığını zihinlere nakşetmek; bu anlayışla kâinât kitabını okuyup, “Gül”ü çağımızın şartlarına göre yorumlayarak madde-mânâ plânındaki zevâlimizi kemâle döndürmektir.

 “Gül”ü örnek almak; O’nu hayatımızın merkezine bir bahar canlılığında ter ü tâze taşıyarak hayatın anlamsızlığına yeniden anlam katmaktır.

“Gül”ü örnek almak; Kur’ân’ın işâret buyurduğu “en güzel örnek” olan “Gül”den tevârüs ettiğimiz güzellikleri madde ve mânâ plânında yaşatmak, O’nun muhteşem mîrasını zâyi etmeden üretip artırmaktır.

“Gül”ü örnek almak; aklımıza kalbimizdeki îman nûruyla abdest aldırdıktan sonra, kalbimizi aklımıza râm ederek hâdiseleri değerlendirmek, Ehl-i Sünnet çizgisindeki bir idrâke sâhip olmak ve O’nun îtidâli emreden “İz”inden ayrılmamaktır. Zîrâ “Gül”, ifrat ve tefritten âzâdeydi; O, her iki yöndeki aşırılıktan berî ve her iki uçtan uzaktı. O, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin.” [10] derken, herkesi dengeye çağırıyordu. Kolaylaştırmayıp zorlaştıranlar da, kolaylaştırayım derken yozlaştıranlar da bu “mükemmel denge”yi idrâk edemiyordu. Bu sebeple “Gül”ü örnek almak, “uçlar”dan âzâde “zirve”de yaşanan bir hayatın dengesini kurmaktır.

Hâsılı kelâm; “Gül”ün gölgesinde yürüyenler; hem Allah(c.c.)’a kul olmanın şuûruyla, hem de Allah Resûlü(s.a.v.)’ne ümmet olmanın şükrüyle hareket ederek her alanda irtifâ kazanırlar ki, bu da ancak O’nu örnek almak ve O’nun sünnetine tâbî olmakla mümkündür.

Yâ Rabbî! “..Kim Peygamber’e itâat ederse  şüphesiz Allah’a itâat etmiş olur..” [11] buyuruyorsun. Bu âyet-i celîlenin ışığında “Gül”den ayrı düşenin, Hakk’tan da uzaklaştığını /uzaklaşacağını; Hz. Peygamber(s.a.v.)’i sevmenin Cenâb-ı Allah’a muhabbet duymak olduğunu /olacağını da çok iyi biliyoruz. Ve biliyoruz ki; “olan” hâlimiz, “olması gereken” ahvâlin çok uzağındadır. Gayret ve niyâzımız ise; Hakk’a ve Habîbi’ne kendi şeklî yakınlığımızın içindeki derûnî uzaklığı ortadan kaldırmaktır.  Duâmız;  fikir - fiil - gâye ve şuur mertebesinde “Gül”ün gölgesinde kalmak, hakîkî mânâsıyla “Gül”e yakın olmak, velhasıl “Gül”ü hakkıyla örnek almaktır.  Bizlere hidâyet bahşeyle ve cümlemize “Gül”ü  hakkıyla örnek almayı lütfeyle Yâ Rabbî!..      

 

Dr. Mehmet GÜNEŞ           

[1] Ahzâb, 33/21

[2] Ahzâb, 33/46

[3] Ahzâb, 33/21

[4] Lâedrî

[5] Kalem, 68/4

[6] Kehf, 18/110

[7] Kâf, 50 /37

[8] Enbiyâ, 21/107

[9] Ahzâb, 33/40

[10] Buhârî, İlm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7

[11]Nisâ, 4/80

Yazarın Diğer Yazıları