Mustafa Toygar

Ülkücü Hareket'in efsâne lideri: Türk dünyasının başbuğu Alparslan Türkeş-II

Mustafa Toygar

  • 218

           Dr. Mehmet GÜNEŞ'in kaleminden...

Kayseri'nin, Pınarbaşı İlçesi’nin Yukarı Köşkerli Köyü’nde meskûn Avşar Obalarından Koyunoğlu Sülâlesi, bir toprak meselesi yüzünden diğer kabîlelerle anlaşmazlığa düşer ve büyük bir kan dâvâsı başlaması üzerine Sultan Abdülaziz'in fermanıyla 1861 yılında Kıbrıs’a sürgün edilir. Alparslan Türkeş’in büyük dedesi Ârif Ağa âilesiyle birlikte Kıbrıs’a göç eder. İşte Koyunoğlu Sülalesine mensup olan ve Lefkoşe. Haydarpaşa Mahallesi Kirlizâde Sokağı’ndaki 13 numaralı evde oturan, Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve eşi Fatma Zehra Hanım’ın 25 Kasım 1917 tarihinde “Ali Arslan” adını verdikleri bir erkek evlatları dünyaya gelir.  İlk ve ortaokulu Lefkoşe’de okuyan Ali Arslan’ın ismi, ortaokul son sınıftayken öğretmeni Osman Zeki Bey tarafından “Alparslan” olarak değiştirilir. 1933 yılında, Ahmet Hamdi Bey ve eşi, oğulları Alparslan ve kızları Dervişe’yle birlikte İngiliz işgal idâresinde bulunan Kıbrıs’tan göç eder ve İstanbul’a yerleşir. Aynı yıl genç Alpaslan, Kuleli Askerî Lisesi’ne kaydolur. 21 Haziran 1934 yılında TBMM tarafından kabul edilen Soyadı Kanunu’yla “Her vatandaşın öz adından başka bir de soyadı taşıması mecbûrîdir.” hükmü getirilince, âile  “Türkeş”  soyadını alır. Bir takım kişiler tarafından ortaya atılan Alparslan Türkeş’in asıl adının “Hüseyin Feyzullah” olduğu iddiası; ne Başbuğ’un ailesi, ne de bizzat Türkeş Bey tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiş ve bu iddiânın “art niyetli bir iftira”  olduğu defaatle söylenmiştir.

1936 yılında Kuleli Askerî Lisesi’ni bitiren Alparslan Türkeş, Harp Okulu’na girer ve 1940 yılında Harbiye’den mezun olarak teğmen rütbesiyle ordu saflarına katılır.  Aynı yıl Isparta eşrafından köklü bir âilenin kızı olan Muzaffer Hanım’la evlenir.

Çocukluğunu İngiliz işgalindeki Piyâle Paşa yâdigârı Kıbrıs’ta geçiren ve millî duyguları o dönemde yeşermeye başlayan Alpaslan Türkeş, Kuleli ve Harbiye’deki eğitimi ve okuduğu eserler neticesi bu duyguları bir millî şuura dönüşür. O artık milliyetçi dergileri takip eden ve Nihal Atsız gibi Türkçü tarihçilerle mektuplaşan ideâlist bir askerdir.

İnönü Dönemi’nde devlet kademelerindeki ve özellikle Millî Eğitim Bakanlığı’ndaki Marksist kadrolaşmaya ve Köy Enstitüleri’ndeki materyalist ve gayrı millî uygulamalara karşı Nihal Atsız’ın ilki 26 Mart, ikincisi de 1 Nisan 1944 tarihli Orkun Dergisi’nde -Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na bu faaliyetleri etraflıca anlatan- iki mektup yayınlar. Bu “Açık Mektup”lardan rahatsız olan Tek Parti idârecilerinin teşviki neticesi Marksist Sabahattin Ali’nin şikâyetiyle Nihâl Atsız hakkında, Ankara’da bir cezâ dâvası açılır.  Bu dâvâ vesîlesiyle, Şeflik Dönemi'nde uygulanan dikta rejimine, komünist faaliyetlere, devrin “gaflet, dalalet ve hatta hıyanet” içindeki idârecilerine karşı;  milliyetçi Türk gençliği mahkemenin yapılacağı “3 Mayıs” günü tepki gösterir, büyük bir sevgi gösterisi ve nümâyiş yaparak Atsız’a sahip çıkar.  Yurdumuzda iktidar edilmek istenen komünizme karşı tepki gösteren on binlerce öğrenci ve vatanperver insanın kükreyişi karşısında Şeflik Dönemi idarecileri; Türk milliyetçilerini sindirmek, Türk gençliğini yıldırmak ve Ülkü Devlerini susturmak için, Osman Yüksel’in “devr-i zulmet” diye isimlendirdiği yıllarda milliyetçi aydınlara çok büyük baskılar yapılır. 19 Mayıs 1944 günü Cumhurbaşkanı İnönü milliyetçileri ağır bir dille suçlaması üzerine “Irkçılık ve Turancılık Dâvâsı” diye tarihe geçen mesnetsiz bir ceza dâvâsı açılır. “Vatan hâinliği”yle suçlanan Nihal Atsız, Zeki Velîdi Togan, Dr. Hasan Ferit Cansever başta olmak üzere aralarında Alpaslan Türkeş’in de bulunduğu 23 Türk milliyetçisi tutuklanır.  İstanbul’a götürülür, Sansaryan Han’daki tabutluklara atılır ve burada akıl almaz işkencelere tâbî tutulur.  Bu, Alparslan Türkeş’in zindanlarla ilk tanışmasıdır, ancak son olmayacaktır…

Türkeş; 20 Ekim 1944’te kendisini “vatan hâinliği”yle suçlayan savcının ithamları karşısında Mahkeme Heyeti’ne şu savunmayı yapar; “Diğer sanıklar gibi bana da vatan hainliği isnat edilmiştir. Bunu şiddetle reddederim. Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim.” diye haykırır. Mahkemede “Turancılık ve Türk Birliği” tartışması yapılırken,  Alparslan Türkeş bu konuda yaptığı bir konuşmada;  Sovyetler Birliği’nin çözüleceğini ve Rus boyunduruğu altında yaşayan esir Türklerin bağımsızlıklarını kazanacağını elli yıl önceden dile getirir ve “Efendim meselâ, 1917’de olduğu gibi, 1965’te veya 1990’da, Rusya’da bir ihtilâl zuhur edebilir. O zamana kadar, Türkiye, harp endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur... Türkiye’nin de yardımı ile esir Türk devletlerinin birliğine doğru da yönelebilir.”  diyerek, ne kadar ileri görüşlü bir lider olduğunu ve elli yıl önceden ifâde ettiği bu öngörüsünde ne büyük bir isâbet kaydettiğini tarihin şâhitliğinde ortaya koyar.

 “Irkçılık ve Turancılık Dâvâsı”nda Mahkeme Heyeti Alparslan Türkeş’e 9 ay 10 gün hapis cezası verir, fakat bir yıla yakın tutuklu kaldığı için tahliye edilir. Bu ceza daha sonra Askeri Yargıtay tarafindan bozulur ve Türkeş beraat eder ve ordudaki görevine yeniden döner.

Türkeş, tahliye olduktan sonra da Türk milliyetçiliğiyle ilgili çalışmalarına devam eder, milliyetçi câmiayla bağını hiç koparmaz. Mesleği îcabı milliyetçi dergilerde müstear isimlerle makâleler ve denemeler yazar. Orkun Dergisi’nde “Kazganoğlu” adıyla yazdığı ve Türk milliyetçiliğini anlattığı bir yazısında şu düşünceleri dile getirir: “Türkçülük ve Türk milliyetçiliği; Yunan, Bulgar, Sırp, Ermeni, Arap ve diğer unsurların milliyetçilik ve ayrılık duygularının tesiri altında bir nefis koruması gâyesiyle meydana gelmiş ve hiçbir zaman haksız ve de tecâvüzkâr olmamıştır. Türkler, ancak gösterdikleri sonsuz müsamahalardan ve lütuflardan sonra gördükleri sistemli düşmanlık ve hıyânetlere karşı bir reaksiyon göstermek zorunda kalmıştır. Türkçülük; Türk milletinin ilim, sanat, ziraat, iktisat, kültür ve diğer her alanda millî gelenek ve millî bünyeye uygun bir şekilde kalkındırılması için içte ve dışta her çeşit saldırganlıklara karşı korunmak, hür ve müstakil olarak yaşatılmasını hedef tutan bir ülküdür. Türk birliği ülküsü yerindeki bütün Türklerin bir millet ve bir devlet hâlinde bir bayrak altında toplanması ülküsüdür. Türk birliği ülküsünü yine şanlı bir bayrak gibi göklerde yükselterek taşıyacağız.”[1] Bu yıllarda yazdığı bir başka yazıda ise şunları söyler: “Davran ey Türkoğlu davran! Artık elde ne harcanacak Rumeli ve Macar ülkeleri, ne Suriye, ne Filistin ve Mısır, ne Tunus, ne Cezayir, ne de Kırım ve Kafkasya kaldı. Elde kalan son vatan parçasıdır, son vatan parçası… Bir bozkurt gibi davran, gayrete gel, çalışmaya koyul… Eski günler yeniden doğsun. Zafer ve şan bayrakları ufuklara yeniden açılsın.  Her şeyin üstünde büyük Türkiye… Bizim bahtiyâr Türkiye’miz yükselsin…”[2] 

Alparslan Türkeş; Genelkurmay’ın 1948 yılında açtığı yurtdışı eğitim imtihanında başarılı olur ve ABD’ye gönderilir.  Amerikan Piyâde Okulu ve Harp Akademisi’nde eğitim görür.  Bilâhare kurmaylık imtihanın kazanır ve Harp Akademisi’ndeki eğitimini tamamlar ve kurmay subay olur. 1955 yılında Türkeş, Washington’da bulunan “Dâimi Grup” nezdinde Türk Genelkurmayın temsil heyeti üyeliğine Kurmay Binbaşı olarak atanır. 1957 yılına kadar bu görevi sürdüren Alparslan Türkeş, bu dönemde Amerika Üniversitesi’nin Uluslararası Ekonomi Bölümü’nü kaydolur ve bu okulu da bitirir. 1959 yılında Almanya’ya Atom ve Nükleer Okulu’na gönderilir ve bu okulu da başarıyla tamamlar ve 1959 yılının 30 Ağustos’unda Alparslan Türkeş kurmay albay olur.

Türkeş, Demokrat Parti iktidarına karşı ordu içerisinde başlatılan cunta hareketlerinden haberdardır. Cuntacılar, Kurmay Albay Alparslan Türkeş’i de yanlarına almak için çalışırlar. Ancak Türkeş; “Bir siyâsî partiyi iktidara getirmek için diğer bir diğer bir siyâsî partiyi devirmek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şerefine uygun düşmez” diyerek kendisine yapılan teklifleri reddeder.[3]   Fakat tren hızla ihtilâl istasyonuna doğru ilerlemektedir. Kaçınılmaz gün geliyorum derken, Türkeş Bey, ihtilâlin dışında kalmaktansa içinde olmayı  - yanlışları önlemek ve trenin istikâmetini CHP’nin emrine vermemek için- tercih eder. 27 Mayıs 1960 ihtilâlini yapan ve 38 subaydan oluşan “Millî Birlik Komitesi” içinde yer alan “İhtilâlin Kudretli Albay”ı Türkeş, Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenir ve âdeta fiilî başbakanlık görevini deruhte eder.   Alparslan Türkeş; üç buçuk-dört ay gibi çok kısa bir süre yaptığı Başbakanlık Müsteşarlığı görevinde çok önemli işlere imzâ atar.  Daha 1960’lı yıllarda “Bilgi Çağı”ndan bahseden Türkeş; Türkiye Bilimsel Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK), Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Atom Enerjisi Kurumu (AEK), Türk Standartları Enstitüsü (TSE),  Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (TKAE), Türk Kültür Ocakları (TKO) gibi millî kuruluşların kurulması ve bu konudaki kanunların çıkarılması hususlarında çok önemli çalışmalar yapar. Kurmay Albay Alpaslan Türkeş, devletimizin bel kemiği olan bu kurumların kuruluş kanunlarını hazırlatır, temellerini atar ve kısa bir süre içinde de bu önemli kurumlara hayâtiyet kazandırır. Türkeş;  CHP’nin İhtilâl Konseyi üzerindeki tasallutunu kırmak için 13 arkadaşıyla birlikte hareket ederek, 27 Mayıs’ın “sol bir darbe” olmasını önlemeye çalışır. Bu konuda da büyük mesâfeler kat ettiği için, CHP ve Halk Partisi yandaşı bâzı komite üyelerinin, sol düşünceli basın ve entellerin hışmına uğrar. Alparslan Türkeş’in yaptığı bu millî icraatlar onun boy hedefi hâline gelmesine yol açar. Türkeş’e karşı olan iç güçlerin ve Başbakanlıktan çıkardığı Amerikalı ajanların baskısıyla “İhtilâlin Kudretli Albayı” 21 Eylül 1960 tarihinde Başbakanlık Müsteşarlığı’ndan istifa etmek zorunda kalır. 

Ve tertiplenen “13 Kasım” iç darbesi neticesi “Ondörtler” olarak bilinen Türkeş ve arkadaşlarının MBK üyeliklerine son verilir ve re’sen emekliye ayrılır.13 Kasım 1960 günü “Ondörtler”  tasfiye etmek için zorla evlerinden alınır, yurtdışında “görevlendirilmek”  üzere hepsi ayrı bir ülkeye sürgün edilir ve Alparslan Türkeş de Hindistan’a gönderilir. Türkeş, Yeni Delhi’den ihtilalin başındaki Orgeneral Cemal Gürsel’e 7 Eylül 1961 günü “târihî bir mektup” kaleme alır ve bu mektubun başlangıç kısmında şunları yazar: 

“Orgeneralim,

Size aslâ yazmak niyetinde değil idim. Fakat bugün memleketin yüksek menfaatleri bakımından, bâzı hususların dikkatinize sunulması zarûrî oldu. Şöyle ki:

Yüksek Adalet Dîvânı birkaç güne kadar, eski iktidar mensupları hakkında hükmünü verecektir. Adâletin hükmüne müdâhale etmemek ve dâimâ hürmetkâr bulunmak şarttır. Ancak hükümlerin infâzı, yurtta mevcut durumun nezâketi göz önüne getirilince, ayrıca incelemeye değer görülmüştür.

Yüksek Adâlet Dîvânı’nın vereceği cezalar içinde îdam hükümleri bulunduğu takdirde, bunların tâdil edilmesi ciheti çok faydalı olacaktır.”[4]  

Türkeş bu mektupta devrilen Demokrat Partililere idam cezasının uygulanmamasını ister, sebeplerini sıralar ve böyle bir yanlışa tevessül edilmesi hâlinde hukûkî ârâzlar oluşacağı ve millet vicdanında onulmaz yaralar açılacağı îkazında bulunur. 

Millî Birlik Komitesi tarafından “İhtilâlin Kudretli Albayı”nın Türkiye’ye dönmesine müsâde edilmez, ancak 815 gün sonra, 22 Şubat 1963 tarihinde Türkeş Bey sürgünden vatanına dönebilir. Onu Edirne’de bâzı dostları ve davâ arkadaşları karşılar. Bunların içinde; Nevzat Kösoğlu, Yücel Hacaloğlu ve İbrahim Metin gibi dönemin genç milliyetçileri de vardır.  24 Şubat 1963 günü karayoluyla İstanbul’dan Ankara’ya gelen Alparslan Türkeş’i Etimesgut yakınlarında, aralarında Türk Ocaklılar, Türkçüler Derneği, Üniversiteler Kültür Derneği gibi milliyetçi kuruluşlara mensup kalabalık bir grup karşılar ve 40 araçlık bir konvoyla Ankara’ya hareket edilir.

Türkeş 25 Şubat 1963 günü yurda dönüşü münasebetiyle bir beyanat verir ve “Sevgili Vatandaşlarım, ülkü ve inancından vazgeçmez bir insan olarak iki yıl önce aranızdan ayrılmış, uzaklara gitmiştim. Bugün yine aynı azim ve îman dolu ve Türk Milleti’nin geleceği hakkında çok büyük ümitler taşıyarak sevinç ve heyecan içinde tekrar sizlere kavuşmuş bulunuyorum.”[5] der.  

Türkeş, yurda döndükten sonra boş durmaz. Her zamanki teşkilatçı özellikleriyle siyâsî faaliyetlerine devam eder. Dâvâ arkadaşlarıyla birlikte kadro oluşturup partileşmek amacıyla, programını ve tüzüğünü bizzat kendisinin hazırladığı  “Türkiye Huzur ve Kalkınma Derneği” adında bir sivil toplum kuruluşunu kurma çalışmalarını başlatır. Bu çalışmalarını hayata geçireceği günlerde, 21 Mayıs 1963 günü Talat Aydemir’in giriştiği darbe teşebbüsüne karıştığı iddiası ile tutuklanır. Evinde bulunan söz konusu derneğin kuruluş çalışmalarıyla ilgili belgeler bir ihtilâl teşkilatı olarak kabul edilir, Türkeş, Mamak Askeri Cezaevi’ne gönderilir ve dört ay hücre hapsinde tutulur.  Bu ihtilâl teşebbüsüyle uzaktan yakından bir ilgisi olmayan Türkeş Bey; Aydemir’in “Birlikte ihtilâl yapalım!” teklifini reddeder ve “Suriye’de olduğu gibi iki günde bir Türkiye’de ihtilâlcilik oynanmaz.   Memleket bugün çok partili demokratik bir rejime yönelmiştir. Eğer biz, Türkiye’ye siyâsî alanda hizmet etmek istiyorsak, meşrû yoldan ve Anayasal düzende yapmalıyız.”[6]  der. Ve Türkeş, Talat Aydemir’in yaptığı “21 Mayıs İhtilâl Teşebbüsü Dâvâsı”ndaki yargılamalar sırasında 1 Nolu Mamak Askerî Mahkemesi’nde şu târihî sözü söyler: “Ben en kötü demokratik idâreyi, en iyi ihtilâl idâresine tercih ederim.”[7]  Mahkeme tamamlanır Alparslan Türkeş suçsuz bulunur ve beraat eder. Yıllar sonra yapılan bir röportajda; “21 Mayıs başarılı olsaydı sonuç ne olurdu?” sorusuna muhatap olan Türkeş Bey; “Bu olay Türk aydını ve subaylarının o dönemdeki zaafını gösterir. Başarılı olsalardı Türkiye meçhul bir yönde sol bir cuntayla felâkete giderdi. Ben de CHP ve İsmet Paşa’nın bütün komplosuna rağmen serbest kaldım. Ama bu arada AP Genel Başkanlığımız suya düştü.”[8] diye cevap verir.

Alparslan Türkeş,  31 Mart 1965’te arkadaşlarıyla birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katılır.  1 Ağustos 1965 tarihinde yapılan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 7. Olağanüstü Büyük Kurultay’ında Genel Başkan seçilir, Genel Başkan Yardımcılığı’na da Dündar Taşer getirilir.  Milliyetçi-muhafazakâr gençler teşkilatlandırılır; onlar sohbet, seminer ve konferanslarla yetiştirilmeye başlanır.  Gençlerin büyük bir teveccühüne mazhar olan Alparslan Türkeş, artık ülkücü gençliğin kendisine lâyık gördüğü “Başbuğ” sıfatıyla anılır ve bu unvânın içini bihakkın doldurur.

Türkeş Bey, aynı yıl yapılan genel seçimlerde Ankara milletvekili olarak Meclis’e girer. 28 Mart 1966 günü Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, cumhurbaşkanlığına aday olur ama yeterli oyu alamaz. Türkeş’in CKMP’ye genel başkan seçilmesinden sonra lâik-Kemalist yapıdan sıyrılarak “Millî Ülkü” çizgisine geldiği için, partinin eski çizgisini savunan bâzı kişiler istifâ eder ve Türkiye’nin milliyetçi-muhafazakâr aydınları bir bir partiye katılır.  Türkeş 24 Kasım 1967 yılında yapılan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin 8. Büyük Kurultayı’nda yaptığı açılış konuşmada “CKMP’nin görüşleri millî bir doktrin temeline dayanır. Millî doktrinimizin adı ‘Dokuz Işık’tır. Bu görüş dokuz ana ilkeye dayanmaktadır. Bu ilkeler;  ‘Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlâkçılık, Toplumculuk, İlimcilik, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik,  Köycülük, Gelişmecilik ve Halkçılık, Endüstricilik ve Teknikçilik’tir.” der ve konuşmasında bu dokuz ilkeyi uzun uzun îzah eder.[9] Konuşmanın sonunda ise şunları söyler: “Bizler, Türk milletinin yükselişi için bu büyük hamleleri yapmak yolundayız. CKMP olarak millete hizmet yolunda ne kadar büyük güçlükler ve tehlikelerle karşı karşıya olduğumuzu bilmekteyiz; fakat güçlükler bizim azmimizi ve mücâdele gücümüzü bir kat daha arttırmaktadır. Muvaffak olacağımıza emin bulunuyoruz.”[10]

25 Kasım 1967 günü yapılan seçimde kurultay delegelerinin tamamının oyunu alarak yeniden CKMP Genel Başkanlığı’na seçilen Alparslan Türkeş “Başbuğ Türkeş” tezâhüratları arasında bir teşekkür konuşması yapar ve şu tarihî sözleri söyler:  “Ben Türk milletini sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet, hile, çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslâm ahlâk ve fazîletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu, ALLAH yoluna çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden maneviyata dönüş… Hedefimiz Türkiye’yi aç hürler, tok esirler ülkesi yapmamaktır. ..Saflarımız Türk Milleti’nin ve devletinin ebedî hayatını düşünen milliyetçilerin, vatanseverlerin meydana getirdiği bir saftır… Geleceğin Büyük Türkiye’si selâm sana!”[11]

1968 yılının nisan ayında Adalet Partisi haysiyet Dîvânı tarafından “Atatürk ilke ve inkılâplarına muhalif davranan tutum ve davranışlarından dolayı” ihraç edilen milliyetçi câmianın önde gelen isimlerinden Osman Yüksel Serdengeçti CKMP’ye geçer. Serdengeçti’nin CKMP’ye katılımı millî-İslâmî çevrelerde büyük bir sempati ile karşılandığı gibi, partinin hem tabanında, hem de tavanında doping etkisi meydana getirir.

8-9 Şubat 1969 yılında Adana’da yapılan CKMP’nin 9. Târihî Büyük Kurultayı’nda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin adının ve ambleminin değiştirilmesi gündeme gelir. Kurultaya bir gün kala Adana İl Başkanı Faruk Akkülah, “Yanlış anlaşılan konular” olarak nitelediği hususlar hakkında bir beyannâme yayınlar ve “Partimiz ben Türk’üm diyen ve kendisini Türk sayan her insanı ‘Türk’ kabul eder ve ırkçılığı tamâmen reddeder. Biz milliyeti kanda değil, kültür ve ideâl birliğinde arıyoruz. Turancılık sanıldığı gibi saldırganlık ve emperyalizmin ifâdesi değildir. Türkçülük anlayışımız, Türk Milleti’ni bir bütün telâkkî ettiğinden, Dış Türklerin ıstırap ve sevinçlerine ortak olmaktır. Hilâller gerçekleştirmek istediğimiz inkılâpların sembolüdür. Halk Partisi’nin Altı Ok’u nasıl bir tecessüs membaı olmuyorsa, hilâllerde olmamalıdır. Katolik Fransa’da De Gaulle, arma olarak Loren Haçı’nı kullanırsa Müslüman Türkiye’de hilâllerin kullanılması tabiidir.”[12]  der.

Alparslan Türkeş de CKMP’nin 9. Olağanüstü Kurultayında yaptığı uzun açış konuşmasında merhum Faruk Akkülah Hoca’ya destek verir ve şunları söyler:  “Biz yeni bir ahlâk, yeni bir mâneviyat yeni bir iktisat dâvâsını temsil ediyoruz. İçimizde Tanrı Dağı’ndan taşıdığımız Ergenekon setini eriten ateş, gönlümüzde zihnimizde Hira Dağı’ndan doğan güneşin ışığı var.  Biz Müslüman Türk’ün öz nizâmını, millî nizâmı temsil eden millî hareketiz.  İslâm îman ve fazîleti, Türklük şuur ve gururu, Türk harsı ile 21. yüzyıl medeniyetinin tevhîdi olan;  feza, atom, elektronik ve bilgi çağının yeni Müslüman Türk medeniyetini inşâ edeceğiz.  Bu gâye ile iktidara tâlibiz. Bu amaçla Türk milletini yeniden teşkilatlandırmaya, devleti yeniden kurmaya kararlıyız. Tembelliği, meskeneti, yokluğu, sefâleti, geriliği, karanlığı, adaletsizliği yeneceğiz.”[13] 

Bu konuda “Biz Osmanlı’nın torunlarıyız. Üç Hilâl’in amblem olması gerekir.” diye bir konuşma yapan Osman Yüksel Serdengeçti başta olmak üzere, Dündar Taşer, Ahmet Er, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Galip Erdem, Faruk Akkülah, Tevfik Fikret Kılıçkaya’nın partini ambleminin “Üç Hilâl”, isminin ise “Milliyetçi Hareket Partisi” olması için yoğun bir faaliyet gösterir. Muzaffer Özdağ ve Rıfat Baykal’ın başını çektiği Türkçüler Derneği çevresine mensup bir grup ise; bu isim ve ambleme karşı çıkar, parti ambleminin “Bozkurt”, partinin isminin ise “Ulusal Birlik Partisi”  olmasını ister[14]  Kurultayda partinin isminin “Milliyetçi Hareket Partisi” olarak kabul edilmesi hususu karara bağlanır. Partinin amblemiyle ilgili seçim ise; tartışmaların sertleşmesi ve salonun tansiyonunun yükselerek karışmaya başlaması üzerine, Kurultay sonrası yapılacak Genel İdâre Kurulu’na bırakılır. Alparslan Türkeş Kurultay’ın kapanış konuşmasında ise; “Biz kapitalizm ve komünizm gibi yabancı sistemlerin dışında millî bir kalkınma yolu teklif ediyoruz. Bu yol, çalınma doktrinlerden değil, millî yapımızın ve başkalarına benzeyen şartlarımızın incelenmesinden doğmuştur. Buna ‘Üçüncü Yol’ diyoruz. ‘Dokuz Işık Yolu’ diyoruz. Ve inanıyoruz ki, hizmetinde bulunmaktan sonsuz bir şeref duyduğumuz büyük Türk Milleti teklifimizi mutlaka kabul edecek ve yeniden kendine dönecektir.  Aziz Arkadaşlar! Kalkınmamızın mânevî temellerine de değinmek istiyorum; kalkınmanın mânevî temelleri milliyetçilik, îman ve ahlâktır. Türklük gurur ve şuuru ile, İslâm ahlâk ve fazîletine, oy toplama endişesi ve siyâset riyâkârlığının üstünde kalarak samîmiyetle bağlıyız.. …Bazı kimselerin milliyetçilikle İslâmiyet’i çatıştırmaya çalıştıklarını görmekteyiz.  Böyle bir tutum yanlıştır. Abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihânettir, nifaktır.  Mücâdele farklı, hatta birbirine düşman mefkûreler arasında olur.  Halbûki Türklükle İslâmiyet bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misâli ayrılması imkânsız bir hâle gelmiştir. Türk milleti Müslüman olmakla içtimâî nizâmın ve dînî hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve Müslümanlık Türk milleti ile, emsâlsiz yiğitlik ve îman aşkına sahip bir mücâhid bulmuştur. Milyonlarca Türk evlâdı ‘Bir gül bahçesine girercesine’ gazâ meydanlarına koşmuş,  şehâdet şerbetini içmiştir.  Türk müsün? Müslüman mısın? gibi sorular cehâletten ileri gelmiyorsa aptalcadır. Aksi takdirde hâincedir. Partinin en yetkili ve sorumlu mevkiine lâyık gördüğünüz bir insan olarak, bir kere daha açıkça îlan ediyorum: Milliyetçiliği reddeden bir dincilik anlayışı ve İslâmiyet’e düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır ve bizim dışımızdadır. Bu sakat görüşleri savunanlar bize mensup olduklarını söyleseler bile bizimle bir ilgileri yoktur. Bizden değildirler.”[15]  diyerek kuru Türkçülüğe geçit vermediğini beyan eder. Genel İdâre Kurulu’ndan da MHP’nin ambleminin “Üç Hilâl”, Gençlik Kolları ambleminin ise “Bozkurt” olmasına karar verilir.   Adana Kurultayı’ndan sonra Atsız çizgisindeki “Türkçüler Derneği”  çevresine mensup gençler ve “Kemalist askerler”  Kurultay’la ilgili bir toplantı yaparak; “MHP’nin ‘Türkçü misyondan uzaklaştığını yeni yapılanmayla birlikte partinin yeni çizgisinin ‘Türkçülük’le bağdaşmayacağını”    beyan ederler ve partiden ayrılırlar.   Rıfat Baykal ve Muzaffer Özdağ ise MHP’den uzaklaşırlar, ancak parti ile resmî bağlarını koparmazlar, fakat 12 Mart Muhtırasından bir gün evvel partiden istifâ ederler.[16]  

MHP ve 12 Ekim 1969 yılında yapılan genel seçimler için siyâsî partilere tanınan radyo konuşmalarında MHP adına, başta Alparslan Türkeş olmak üzere Osman Yüksel Serdengeçti, Dündar Taşer, Ahmet Er ve Sadi Somuncuoğlu propaganda konuşması yapar ve bu konuşmalar milletin büyük teveccühüne muhatap olur.  MHP, 1969 seçimlerinde Türkiye genelinde %3 oy alır. Eğer 1965 seçimlerindeki millî bakiye sistemi uygulanmış olsaydı MHP on beş milletvekili çıkaracak olmasına rağmen, bu seçim sistemi kaldırıldığı için MHP yalnız bir milletvekili çıkarır ve Alpaslan Türkeş Adana milletvekili olarak Meclis’e girer.  14 Ekim 1973 seçimlerinde ise MHP % 3.4 oy alır ve Adana, Ankara ve Yozgat’tan birer milletvekili çıkarır, Türkeş Bey yine Adana milletvekili olarak Meclis’e girer. 

     Türkeş Bey, 11 Haziran 1974 yılında beş çocuğunun -Ayzıt, Umay, Selcen, Sevenbiğe ve Yıldırım Tuğrul’un- annesi olan ilk eşi ve tam bir Osmanlı hanımefendisi olan Muzaffer Türkeş’i kaybeder.  1976 yılında yeniden evlenir ve ikinci eşi Seval Türkeş’ten de -Ayyüce ve Ahmet Kutalmış isimli- iki evlat sahibi olur.

12 Eylül 1980 tarihine kadar aralıksız olarak milletvekili olan Alparslan Türkeş, 31 Mart 1975 -13 Haziran 1977 ve 1 Ağustos - 31 Aralık 1977 tarihleri arasında Süleyman Demirel başkanlığında kurulan, “1. ve 2. Milliyetçi Cephe”  adı verilen koalisyon hükümetlerinde Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanlığı görevlerinde bulunur.

Alparslan Türkeş, başbakan yardımcısı olduğu 1976 senesinde Kutsal Topraklara gider ve Hac fârizasını edâ eder.   Hac sırasında Kâbe-i Muazzama’nın temizliği için kullanılan bir süpürgeyi de hatıra olarak yanında getirir.

5 Haziran 1977 seçimlerinde MHP yükselişe geçer, % 6.4 oy alır ve 16 milletvekili çıkarır, Alparslan Türkeş bu seçimde de Adana milletvekili olur.

Seçimlerden sonra, 1977-1980 yılları arasında komünist saldırılar devamlı tırmandırılır, ülkede kızıl bir ihtilâl sahnelemek için silahlı halk ayaklanmasının provaları yapılır, toplu katliamlarla iç savaş senaryoları devreye sokulur. Bu dönemde her gün MHP’li yöneticiler ve ülkücü gençler katledilir, Türkiye âdeta bir kan gölüne çevrilir. Bu yıllarda Ülkü Ocakları “Eller silah değil, kalem tutmalı” diye kampanyalar başlatır ve gönül seferberliği îlan eder. Türkeş Bey, ülkedeki tansiyonu düşürmek için elinden geleni yapar, CHP’li Cahit Karakaş’ın Meclis Başkanı seçilmesini sağlayarak, partiler arasındaki diyalogun gelişmesi ve gerginliklerin azalması için çok büyük gayretler gösterir ve anarşinin önlenmesi için ülkede sıkıyönetim îlan edilmesini ve bâzı şehirlerde ise olağanüstü hâl uygulanmasını teklif eder,  ancak kimse bu sağduyulu çağrılara ve ülkeyi kaostan çıkaracak tekliflere kulak vermez. 

Artık 12 Eylül’ün ayak sesleri daha yakından duyulmaya başlar. Özellikle 1978 yılından îtibâren “birileri” tarafından olayların dozu, şiddeti ve boyutları çok arttırıldığı gibi, yaşanan toplumsal hâdiseler, özellik îtibâriyle de 1968-1978 yıllarındaki çatışmalardan çok farklı bir mecraya kaydırılır. 1978-80 arası; büyük toplum kesimlerini birbirine düşürmek, sağ-sol kamplaşmasına ilâveten mezhep ve etnik kavgaları daha da büyütmek için ajan-provokatörlerin fazla mesâî yaptığı yıllardır. Bu dönem; Türkiye’de yaşanan çatışmaları, tezgâhlanan kitle katliamlarıyla büyük bir iç savaşa dönüştürmenin plân ve provokasyonlarının yapıldığı ve ülkede çok kanlı bir anarşi döneminin yaşandığı karmakarışık bir zaman dilimidir. Öyle ki, 1978 yılına kadar 169 ülkücü şehit edilmişken, 1978-80 arasında toprağa verdiğimiz şehit sayısının 3000’in üzerine çıkmıştır. . İşte bu dönem, ihtilâle giden yolda büyük mesâfelerin (!?) kat edildiği ve çok profesyonel “işlerin” ve “fâil-i meşhur”ların icrâ-i sanat ettiği yıllardır. Bu dönem; bizzat Orgeneral Bedrettin Demirel’in ifâdesiyle  “İhtilâl şartlarının olgunlaşması için bekledik.” dediği kanlı bir alacakaranlık kuşağıdır.

Zâten yetmişli yılların son seneleri, “görünmez bir el” tarafından kardeş kavgasının üzerine benzin dökülerek bu ateşin körüklendiği ve toplumu patlama noktasına getiren “sıra dışı saldırılar”ın aralıksız devam ettiği ve “Kimin elinin kimin cebinde olduğu”nun belli olmadığı bir toz-duman ortamıdır.   Yâni 1978-80 arasındaki kaotik devir; 12 Eylül 1980’e kadar sayısız vatandaşımızın katledildiği çok karanlık bir dönemdir.  Bu devir; “Zinde Güçler”in  “ihtilâlin olgunlaşması” için daha fazla insanın ölmesini beklediği kanlı bir zaman dilimidir. Bu dönem, ABD’nin; az gelişmiş ülkelerde kendi çıkarlarına âmâde olacak, her istediğini yapacak -mesela Yunanistan’ın NATO’ya girişini veto etmeyecek- yönetimleri iş başına getirmek için gerekli şartları hazırladığı yıllardır. Bu dönem aynı zamanda; anti-emperyalist, anti-Amerikancı bir parti olan, millî ve yerli düşüncenin bayraktarlığını yapan, gençleri millî ülkülerle buluşturan ve her geçen gün milletimizin desteğini daha fazla yanında bulan Milliyeti Hareket’in iktidar yürüyüşünü engellemek için ihtilalin alt yapısının tamamlandığı bir dönemdir. Ve artık postal sesleri Türkiye’nin ensesindedir… 

Ve 12 Eylül 1980…

“Zinde Güçler”; pusuda yeterince beklediği, beş bine yakın vatan evlâdı canından olduğu ve artık “şartlar iyice olgunlaştırıldığı” için, “idâreye el koyma” kararı verir, tanklar yürür ve Amerikan Büyükelçisi’nin “Our kids” dediği cuntacılar tarafından ihtilâl yapılır. “Netekim” millî irâdeye karşı düdük çalınır, maçlar tâtil edilir, partiler kapatılır, siyâsî liderler gözaltına alınır, bir cadı avı başlatılır, 1.683.000 kişi fişlenir,  yüzbinler gözaltına alınır, 230. 000 kişi yargılanır, 7.000 kişi için îdam cezası istenir…

Başta Alparslan Türkeş olmak üzere MHP mensupları îdamla yargılamak üzere sanık sandalyesine oturtulur ve Türkiye'nin komünist bir ihtilâle kurban olmasını engelleyen Ülkücülere Mamak Cezaevi’ndeki C-5’lerde akıl almaz işkenceler uygulanır, kafeslerde, hücrelerde her türlü zulüm yapılır ve 12 Eylül’ün adâlet (!) anlayışı ve “bir sağdan, bir soldan” adâletiyle (!) îdam sehpaları kurulur. 

 Cunta tarafından tutuklanan Türkeş,  önce 1 ay İzmir-Uzunada’da gözetim altında kalır,  sonra da Ankara Askeri Dil Okulu’nda nakledilir ve “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı”nın bir numaralı sanığı olarak îdamla yargılanır.

1944 yılında “Irkçılık ve Turancılık Dâvâsı”nın sanıkları arasında yer alan Ütğm. Alparslan Türkeş’in 12 Eylül ihtilâlinde de “baş sanık” olarak mahkeme edilmesi, “mevcut sistem”in genetik kodlarında ve zihniyetinde Türk milliyetçiliği fikrine ve Türk milliyetçilerine karşı iflâh olmaz bir husumet bulunduğunun, ülkücülere karşı duyulan düşmanlığın yıllar yılı hiç eksilmediğinin ispatıdır.  Zâten, “Zinde Güçler” tarafından Türk milliyetçiliği her zaman potansiyel bir tehlike olarak görülmüş ve “Kırmızı Kitap”ın tehdit sıralamasında da hep ön sıralarda yer almıştır. Îdamla yargılanan Alparslan Türkeş, 4,5 yıl süren mahkeme sonucu 9 Nisan 1985’de tahliye olur ve bilâhare beraat eder.

6 Eylül 1987 tarihinde yapılan referandum neticesi, 12 Eylül cuntasının eski politikacılara koyduğu    “siyâset yapma yasağı” kalkar ve Türkeş Bey yeniden siyâset sahnesindeki yerini alır.  4 Ekim 1987 tarihinde yapılan Milliyetçi Çalışma Partisi’nin 2.  Olağanüstü Kongresi’nde MÇP’nin Genel Başkanlığı’na seçilir. 20 Ekim 1991 genel seçimlerde MÇP'nin RP ve IDP ile yaptığı seçim ittifakı neticesi Yozgat milletvekili olarak parlamentoya girer.   

12 Eylül’ün,  Milliyetçi Hareket’in üzerinden bir silindir gibi geçmesinden, teşkilatlarda bir dağılma ve savrulma olmasından sonra, partide de fikrî bir “değişim” yaşanmaya başlar.  Özellikle doksan sonrasındaki yıllar; Milliyetçi Hareket’in, ideolojik bir parti olmaktan ziyâde, daha merkeze kaymaya, sisteme muhalif olmamaya, daha çok kitle partisine dönüşmeye başladığı yıllardır. Bu yıllar; “Hareket”in ana rengindeki ve “temel referanslar”daki “değişimler”in fiilî bir vâkıa olduğu senelerdir.  Yine bu yıllar; ülkücülüğün; “faklı içtihatlar”la yorumlandığı, parti içi mücâdelenin kesâfet kesbettiği, Milliyetçi Hareket içindeki görüş ayrılıklarının siyâsî olarak da su yüzüne çıktığı;     “gönülleri birleşenler”in birbirlerine muhâlif gözlerle baktığı, “ayrılmalar” ve “ayrışmalar”ın yürekleri yaktığı yıllardır…  Bu yıllar; “siyâsî istikrar önemli” diyenlerle “fikrî istikâmet önemli”  diyenlerin temel referanslarda farklılaştığı yıllardır. Doksanlı yıllar; “keşke”yle ve “iyi ki”yle başlayan cümlelerin, inkisârın ve ihtilâfın yükünü çektiği, Milliyetçi Hareket’teki siyâsî bölünmeler sebebiyle ülkücülerin birbirine soğuk baktığı ve suların “yatağına kırgın aktığı” yıllardır...

Bu gelişmelerin yaşandığı doksanlı yıllar, 12 Eylül'ün kapattığı partilerin tekrar açılabilmesini sağlayan kanun değişikliğinin de kabul edildiği senelerdir.  Böyle bir kanunun kabûlü neticesi,  son kurultay delegeleriyle toplanan MHP Kurultayı; partinin isim ve amblemini MÇP’nin kullanabilmesine onay verir. 24 Ocak 1992 günü de MÇP'nin 4. Olağanüstü kurultayı toplanır, MÇP’nin adı MHP, amblemi de Üç Hilal olarak değiştirilir.

Yine 1990’ların başında komünist sistem yıkılır, SSCB dağılır ve Esir Türkler hürriyetine kavuşmaya başlar.  Türk Dünyası’nın Başbuğu Türkeş;  Sovyetler Birliği’nin dağılması karşısında; şu tarihî sözü söyler: “Çöken Marksizm karşısında Turan bayrağı yükselmektedir.”  Alparslan Türkeş, 1991 yılında, hayatı boyunca mücâdele ettiği ve elli yıl önce yıkılacağını söylediği komünizmin çöktüğünü ve esir Türk illerinin bağımsızlıklarına kavuştuğunu görerek hudutsuz bir bahtiyarlık duyar.  Zâten Türkeş Bey’in en büyük hayâli Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarına kazanmasıdır. Artık hayâller gerçek olmuş ve esir Türk illeri hürriyetlerine kavuşmuştur.   Sovyetler dağılınca Türkeş Bey, Turan illerine geziye çıkar,  büyük bir sevinç içinde rüyasının gerçek, duâ ve niyazının müstecâp olduğunu görür ve târifsiz bir mutluluk yaşar.

Artık, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını îlan etmiş, semâlarda Ay-Yıldızlı muazzez bayrağımızın yanında KKTC ve bu beş Türk devletinin bayrakları da dalgalanmaya başlamıştır. Hayatını Türk milleti ve Turan ideâli için vakfeden Alparslan Türkeş, Türkiye Cumhuriyeti devlet ricâline ve Türk Dünyası’ndaki idârecilere;   Türk Cumhuriyetleri’nin ve özerk bölgelerin kültürel, sosyal ve ekonomik işbirliği içinde bulunmasının şartın ötesinde bir mecbûriyet olduğunu,  yaşanan gelişmelerle Cenâb-ı Allah’ın Türk milletine târihi bir fırsat lütfettiğini, bu büyük ihsan  ve imkândan Türk milletinin âzâmî ölçüde faydalanması gerektiğini çeşitli platformlarda anlatmıştır. Ayrıca Türkeş Bey; “Dilde, fikirde, işte birlik”  düstûrunun hayata geçirilmesinin, bağımsızlığını kazanan yeni devletlerin istiklâli ve Türk Dünyası’nın istikbâli için çok büyük önem arzettiğini de defaatle ifâde etmiştir. 

Türkeş Bey, bu doğrultuda çok önemli gayret ve teşebbüslerde bulunmuş ve târihî çalışmalar yapmıştır. Alparslan Türkeş’in gayretli çalışmaları neticesi “Türk İşbirliği ve Kalkınma İdâresi Başkanlığı” (TİKA) ve  “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı” (TÜDEV)’nın destek verdiği “Türk Dünyası Kurultayları”nın ilki, 21-23 Mart 1993 tarihinde Antalya’da Başbuğ’un riyâsetinde gerçekleştirilmiştir.

“1.Türk Dünyası Kurultayı”na; Türkiye Cumhuriyeti devlet adamları, Türk Dünyası ve Akraba Topluluklarının Devlet Başkanları, Özerk Bölge liderleri, Türk toplumu temsilcileri ve siyâsî parti yöneticileri bu Kurultay’a davet edilir.  Turan Birliği’nin yol haritasının çizmek, Türk Dünyası ve Akraba Topluluklarının birlik ve dayanışma felsefesinin alt yapısını oluşturmak için Kurultay kararları alınır, bu doğrultuda Kurultay Komitesi teşkil edilir ve komisyonlar kurularak çalışmalar başlatılır. Türk Dünyası’nın Başbuğu Alparslan Türkeş, “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”na hayatiyet kazandırarak Turan hayâlini bir mânâda hayata geçirir. Rahmetli Dündar Taşer’in söylediği “Türk tarihinin sarkacının yukarı doğru döndüğünün” muştuları görülmeye başlar. Türk Dünyası’nın idbârının ikbâle çevrildiğinin işâret fişeği hükmünde olan ve semâları süsleyen Türk Devletleri’ne âit yedi bayrak; Türk milliyetçilerinin yürekten arzuladığı “Türk Asrı”nın şafağa durduğunu ve artık yeniden “azîz-i vakt” olacağımızı Turan aşkıyla yanan, ancak ne yazık ki yeterli hazırlığı olmayan bu aziz millete müjdelemiştir.

İşte Alparslan Türkeş; bir ömür boyu gördüğü Esir Türk İlleri’nin istiklâllerine kavuşma rüyâsını, yaşarken görme saadetine erişmiş bahtiyâr bir dâvâ adamıdır. Rahmetli Türkeş; Türk Birliği’ne inanmış ve elli yıl öncesinden “Gerçekler hayâli aştı, ufuklar uzak değil”[17] diye haykırmış ve Turancılığın siyasette kurumsallaşmasını sağlamak için yukarda bahsettiğimiz kuruluşlara öncülük etmiş kadim bir Turancıdır.  Alparslan Türkeş; geleceğe dâir isâbetli tespitler yapmış, Sovyetler Birliği’nin dağılacağını ve Türk Dünyası’nın bağımsızlığına kavuşacağını -bidâyette de belirttiğimiz gibi- 1944 yılındaki “Irkçılık ve Turancılık Dâvâsı”nda sanık olarak yargılandığı mahkemedeki savunmasında ortaya koymuş ve “SSCB’nin elli yıl sonra dağılacağını ve esir Türklerin hür kalacağını” dile getirmiş bir liderdir. Bu gerçek, doksanlı yıllarda  “Tarih, Türkeş’i haklı çıkardı!”  sözüyle teyit edilmiştir.

Ve tarih 4 Nisan 1997...

Almanya’dan yeni dönen Alparslan Türkeş, partisinin Amasya İl Kongresine katılır ve bir konuşma yapar. Akşam Ankara’ya döner ve gece Hilton  Oteli’nde bir nişan törenine iştirak eder. Tören sonrası saat 22.30 sıralarında Oran’daki evine giderken özel aracında fenâlaşır, korumasına “Arabanın camını açın, daraldım!”  der, bu sırada yüzü sararır, nefesi sıklaşır ve en yakın sağlık kuruluşu olan Fatih Üniversitesi Çankaya Tıp Merkezi’ne 22.45’te getirilir, burada kalp krizi geçirdiği ve kalbin durduğu anlaşılır ve yapılan ilk müdâhalenin ardından Bayındır Hastanesine sevkedilir, burada da her türlü tıbbî işlem ve reanimasyon yapılır, ancak Türk Dünyası’nın Başbuğu’nun da sayılı nefesleri tükenmiş ve seksen yıllık ömür hitama ermiştir. Bayındır Hastanesi’nden Alparslan Türkeş’in vafâtıyla ilgili resmi açıklama 5 Nisan saat 03.15’te yapılır. 

Yunus Emre, insanoğlunun hayat serencâmını ne de güzel özetlemiştir:

“Bu dünyaya gelen kişi, âhir yine gitmek gerek

Misâfirdir, vatanına bir gün sefer etmek gerek.”

                                                                                                 

                                                          Dr. Mehmet GÜNEŞ

                                                                      (Devam edecek)

 

[1] Alparslan Türkeş, Orkun Dergisi, 10 Kasım 1950

[2] Alparslan Türkeş, Orkun Dergisi, 17 Kasım 1950

[3] Muammer Taylak, 27 Mayıs ve Türkeş, 17

[4] Alparslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri, 224; Muammer Taylak, 27 Mayıs ve Türkeş, 123-124

[5] Muammer Taylak, 27 Mayıs ve Türkeş, 203-204

[6] İrfan Ülkü, 12 Eylül’de Türkeş, 67

[7] Erdoğan Örtülü, 3 İhtilâlin Hikâyesi, 82  

[8] İrfan Ülkü, a.g.e., 75

[9] Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket, I, 148-149

[10] Millî Hareket Dergisi, 15 Aralık 1967, Sayı:17

[11] Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket, I, 151-152

[12] Yeni Gazete, 7 Şubat 1967

[13] Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket, I, 172                                          

[14] Hakkı Öznur, a.g.e., I, 166-167

[15] Alparslan Türkeş, Dokuz Işık, 216; Temel Görüşler, 179-180

[16] Hakkı Öznur, Ülkücü Hareket, I, 188

[17] Mehmet Çınarlı, Gerçek Hayâli Aştı

Yazarın Diğer Yazıları