Mustafa Toygar

Ülkücü Hareket'in efsâne lideri: Türk dünyasının başbuğu Alparslan Türkeş-III

Mustafa Toygar

  • 119

           Dr. Mehmet GÜNEŞ'in kaleminden...

Büyük milletler; muazzam devlet adamları, irfan sahibi gönül mîmarları, inandıkları değerler için hayatlarını hiçe sayan serdengeçtiler, tarihte iz bırakan fâtihler, kahraman askerler, karizmatik liderler, korkusuz dâvâ ve aksiyon adamları,  mefkûre sahibi siyâsîler, ülkesi ve ülküsü için her şeyi göze alan ideâlistler, ilmiyle âmil, inancıyla kâmil âlimler,  çizgilerini değiştirmeyen cesur yürekler, bilge şahsiyetler, yaşadığı çağı aşan mütefekkirler, ahlâk âbidesi münevverler, müstesnâ edipler, yazarlar ve sanatkârlar yetiştirirler.

Milletimizin yetiştirdiği Başbuğ Alparslan Türkeş de; karizmatik bir lider, Türk Dünyası’nda iz bırakan önemli bir dâvâ adamı, Türk milliyetçiliği düşüncesini sâdece münevverlere münhasır fikrî bir ideâlizm olmanın ötesinde siyâsî bir aksiyon hâline getiren ve halka mâl eden bir siyâsetçi, Türk milletine ve Turan illerine kara sevdâlı bir milliyetçi ve ileri görüşlü bir devlet adamıydı. 

  O; güçlü şahsiyeti, kültür birikimi, millî düşünce yapısı, İslâm inancı ve Turancılık mefkûresiyle çevresindeki insanları etkileyen, derin bir tarih bilgisi ve şuuruyla olayları değerlendiren, geleceğe yönelik önemli teşhisleri ve isâbetli görüşleriyle fikirlerine îtibâr edilen, disiplin ve teşkilatçılığıyla kitleleri ardından sürükleyen karizmatik bir liderdi. O; ortaya koyduğu inanç ve kararlılıkla çevresindeki gençleri harekete geçiren,  olumsuzluklara aldırmadan bütün zorlukları göğüsleyen, inandığı istikâmetinde yılmadan yürüyen, çoğu insanın ümitsizliğe kapıldığı zor günlerde çok büyük bir azim ve inanç göstererek “Zafer bizimdir!” diyen efsâneleşmiş bir dâvâ adamıydı.  Rahmetli Dündar Taşer’in ifâdesiyle, o; “Herkesin düştüğü yerde, kalkıp yeniden yürüyebilen”, “Cesâret, yüreklilik ve atılganlık olmayan hiçbir dâvâ başarıya ulaşamaz”[1] diyen büyük bir aksiyonerdi.

Ârif Nihat Asya; “Eğer içimizden birisi köprü olmaya râzı olmazsa, biz bu suyun kıyılarını kıyâmete dek bekleriz.”  demektedir. İşte Rahmetli Türkeş Bey; ülkücü nesillerin yetişmesine ve iki elin parmakları sayısı kadar insanla başladığı bir hareketi milyonlarla buluşturarak Türk milliyetçiliğinin siyâsî bir aksiyon hâline gelmesine vesîle olan bir “köprü” ve “sebepler dünyasında bir sebep”ti. O; Allah (c.c.) ve vatan aşkı ile Türk milletine ve târihî mefâhirimize duyduğu muhabbet ve hürmeti mezceden ideâlist bir askerdi.

O; Türk milliyetçiliğinin, kültür ve medeniyet temelleri üzerine binâ edilen bir sosyolojik gerçek ve her şeyden önce bir “vatanseverlik” olduğunu, “kan ve üstün ırk” nazariyelerine dayanan bir anlayışı reddettiklerini,  tarih ve coğrafyanın kollarında şekillenen, sevgiye ve mensûbiyet şuuruna dayanan, kucaklayıcı ve birlikte yaşama irâdesiyle bütünleşmiş, “biyolojik” değil, “sosyolojik soy”  esasına göre şekillenmiş bir fikir sistemini savunduklarını dile getiren ve “Milliyetçilik; reaksiyoner değil aksiyondur, dinamiktir.”[2] diyen bir Türk milliyetçisiydi. O; “Açıkça söylüyorum; biz ırkçı değiliz.  Duymayanlar duysun, ırkçı değiliz. Fakat dünyanın değil, kâinâtın neresinde bir Türk varsa onunla ilgilenmeyi, ona sevgi beslemeyi bir görev sayıyoruz. Milyonlarca esir Türk’ün bulunduğu dünyanın bu hâliyle huzûra kavuşacağına inanmıyoruz. Bunun için bütün Türklerle ilgileniyoruz. Fakat burada bir prensip koyuyoruz; Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenirken Türkiye’ye en ufak bir tehlike gelmemelidir.”[3] diyen bir ülkü deviydi.

O:  kavmiyetçiliği / ırkçılığı, yâni “menfi milliyetçiliği” reddeden, halk yığınlarını millet yapan; din, dil, tarih, vatan, kültür ve ülkü birliğinden beslenen; birlikte yaşama irâdesini, geleceği berâber inşâ etme âidiyetini, yardımlaşmayı ve dayanışmayı önemseyen, milliyetperestliği değil milliyetperverliği esas alan ve kültür temelli değerler manzûmesiyle şekillenen Türk milliyetçiliğini “bir mensûbiyet şuuru” diye târif eden “müspet” bir milliyetçisiydi.

Alparslan Türkeş; “Milliyetçilik; Türk milletini, Türk vatanını, Türk devletini sevmek, bunların iyiliği ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak demektir.”[4] diye târif etmiş ve “Türk milletinin yükselişini iki unsurda görmek gerekir. Bunlar maddî ve mânevî unsurlardır. Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve fâzîleti milletin kuruluş ve yükselişinde bir temeldir. Bu mâzîde böyle olmuştur, gelecekte de böyle olacaktır.”[5] hükmünü dile getirmiş bir mütefekkirdi.   

O; milliyetçiliğin ‘his ve heyecan’ veren duygu boyutuyla gönül tellerimizi titretirken, bu duyguyu ‘akıl, şuur, îman, ahlâk ve fazîlet mayası’yla yoğurup, ülkücülük meşrebinde şekillendirerek ‘bir siyâsî aksiyon’a dönüştürmüştür. O; vatanseverlere düşen sorumluluğun, sâdece “vatan için ölmek”ten ibâret olmadığını, asıl mükellefiyetin “vâtanını mâmur, milletini müreffeh, devletini güçlü”  kılmak için gece-gündüz demeden çalışmak, sorumluluk sâhibi olmak,   akıl-gönül ve zihin teri dökmek, sadece dostun değil düşmanın da beğeneceği işler yapmak, herkesten daha çok çalışıp çabalamak, ilim, teknoloji ve sanat ve edebiyat alanlarında zirvelere çıkmak,  milleti millet yapan değerleri yaşatmak için yaşamak ve millî zenginliklerimizi uluslararası markalara, millî değerlerimizi evrensel kriterlere dönüştürmek gerektiğini ve bütün bunları yapmanın da Türk milliyetçilerinin en önemli vazifesi olduğunu altını çizerek ve zihinlere nakşederek anlatmış olan mümtaz bir liderdi.

O bir Türk milliyetçisi olarak; Türkiye’nin bir süper güç olması gerektiğini, aksi takdirde süper güçler tarafından hem Türk milletinin, hem Türk Dünyası’nın, hem İslâm âleminin, hem de bütün mazlum milletlerin sömürüleceğini dile getirmiş olan bilge bir ülkücüydü. O, süper güç olmanın; 1 - Ekonomi, endüstri ve teknolojik gelişme, 2 - Yeterli Nüfus, 3 - Büyük bir askerî güç şartına bağlı olduğunu söylemiş, bu üç şarttan birisinin eksik olması durumunda dünya nizâmına yön veren güç olunamayacağını örnekler vererek ifâde etmiş ve İsviçre’de 1. şartın bulunmasına rağmen 2. ve 3. şartları taşımadığını, Japonya’nın 1. ve 2. şartlara sahip olduğu hâlde 3. şartın eksik kaldığını, Çinin 2. ve 3. şarta sâhip olmasına rağmen -1970’li yıllardaki hâliyle- 1. şartın bulunmadığı için süper güç olamadığını belirtmiş, ancak bu üç unsura sahip olan ABD, Rusya ve İngiltere’nin dünya dengelerine yön verdiğini konferans, seminer ve kitaplarında dile getirmiş, her zaman ve her zeminde; “100 milyonluk Güçlü-Milliyetçi Büyük Türkiye” hedefini ifâde etmişti...    

O; Türk milletini, Türk Dünyası’nı ve vatan topraklarını sevmenin müntehâsı olan ülkücülüğün, gençliğe mâlolmasında en büyük pay sahibi olan bir ülkü deviydi...

O, ülkücülüğü; dünyaya Türk-İslâm Medeniyeti penceresinden bakan, millî hâdiseleri “akl-ı selim” ile yorumlayan, inandığı fikirleri fiil olarak da savunan, Türk milleti ve ideâlleri için hayatını hiçe sayan serdengeçti bir hareket olarak târif ederdi. 

O; “Bizim ülkümüzün hedefi Türk milletini en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hâle getirmek, bağımsız, hür, kendi haklarına sâhip bir hayata kavuşturmaktır.”[6]  diyen ufku geniş bir vatanseverdi.

O,  gençlere hitap ederken de; “Ülkücü attığı her adımı Allah rızası için atar, atmalıdır.”[7] diye öğütleyen ve kâmil bir îman sâhibi olan samimi bir mü’mindi.

O, “Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta” olan gençlere fetih rûhu aşılayan ve onlara hitap ederken cihanın yedi düveline meydan okuyan bir inanç, bir azim ve bir vakar ile konuşan, liderlik vasfı ve karizması ile gençliği “Hareket”in etrafına toplarken “Sizlere kolay bir başarı vaat etmiyorum. Kısa bir zamanda iktidar umanlar bizimle yola çıkmasınlar. Yolumuz uzun ve çetindir. Bu yolda karşımıza menfaat teklifleri, tehditler ve daha bir yığın engel çıkacaktır. Bu çetin yola dayanabilecekler, bizimle gelsinler. Cesur olan,  kuvvetli olanlar, gerçekten inananlar kafilemize katılsınlar.”[8]  diyen bir ideâlistti. 

O; karanlık bir dönemde gençliğin ufkunu aydınlatan bir çerağdı; isleri, ışıklarından çok olan çıra değildi. Bu sebeple o; “Gençler! Hepiniz birer Türk bayrağısınız. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin, yere düşürmeyin.”[9] ve “Davranmalıyız, el ele verip omuz omuza şahlanmalıyız. Yokluktan bahsedenlere inanmamalıyız. Yeni bir Türk mucizesi doğmalıdır… Doğacaktır, belki yarın, belki yarından da yakın.”[10] demiştir.  Aslında Türkeş Bey, devletin yapması gereken işleri yapmış, Türk gençline sâhip çıkmış ve Dündar Taşer”in “îmalât hatâsı” diye vasfettiği ülkücü nesillerin yetişmesi için bir ömür vakfetmiştir.

O; Türk milliyetçiliğinin târihî birikimini siyâset sahnesine taşıyarak aksiyon hâline getiren bir dâvâ adamıydı. O; İslâm îmânını, Türklük şuurunu ve Türk milliyetçiliği fikrini  “kutsal bir dâvâ” olarak gençlerin zihinlerine ve gönüllerine yerleştiren ve çok büyük ülküleri hedef gösteren bir siyâsî liderdi. Böylece o; Türk milliyetçiliğinin, entelektüel bir kültür hareketi olarak kadükleşmesini önlemiş, siyasî bir hareket olarak milletle buluşturmuş ve doktriner bir zemine taşıyıp kitlelerle kucaklaştırarak politik  güç hâline getirmiş bir “Tûrancı”ydı. Yâni o; milliyetçiliği; dernekçilikten, dergicilikten, aydın kesimler arasına sıkışıp kalan bir düşünce hareketi olarak kalmaktan kurtaran; “fikri”, siyâsî bir harekete dönüştürerek “geniş kitlelere mâlolmuş bir dâvâ” hâline getiren, çeşitli ideolojik tuzaklar karşısında arayış içerisinde bunalan gençliğe Türk-İslâm Ülküsü’nü hedef gösteren. onları turkuaz ufuklara yönlendiren ve  Milliyetçi Hareket’le buluşturan  ülkücü bir siyasetçiydi. O, şimdilerde geçerli olan, “işini bilen” (?) ve “gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünen”  “iyi politkacı” (!?) değildi, ancak güçlü bir lider, vasıflı bir münevver, tam bir devlet adamıydı.

O; bölücü teröre “Kürt sorunu” elbisesini giydiren ve bu meseleyi etnik-ırkçı bir zeminde şekillendirirken “insan hakları ve demokrasi havârisi” kesilen aydınlarla (!) ve “silahlı bölücü terör”e olduğu kadar; ateist anarşistlere, Türk kültürünü hâkim unsur olarak görmek istemeyen, coğrafyayı vatansızlaştıran ve mozaik kültürü savunan “silahsız bölücü törör”ün yıkıcı faaliyetlerine de muhalif olduğunu en kalın çizgilerle altını çizerek dile getiren sivil düşünceli bir kurmay bir askerdi.

O; ihtilal yapmış ve ihtilaller yaşamış bir lider olarak “En kötü demokrasiyi en iyi ihtilâle tercih etmiş”; “Ordu iki tarafı keskin bir kılıçtır, kimi keseceğini kimse bilemez.” demiş ve 27 Mayıs ihtilâlini yapan “Millî Birlik Komitesi” üyeleri içinde, seçimlere girip milletin teveccühüne mazhar olarak milletvekili seçilmiş demokrat bir insandı. 

O; bölücü terörünün arttığı dönemlerde, PKK’ya en sert mücâdeleyi savunurken, Kürt kardeşlerimizi onlardan ayıran ve “Biz ne kadar Türk’sek onlar da o kadar Türk’tür, onlar ne kadar Kürt’se biz de o kadar Kürt’üz” “Kürtler bizim öz kardeşlerimizdir. Kız alıp kız vermişiz, etle tırnak gibiyiz. Biz onları herkesten fazla sever, düşünürüz. Onlar da elhamdülillah Müslümandırlar, hepimiz aynı Kıbleye secde ediyoruz, hepimiz aynı Peygamber’in ümmetiyiz, aynı Kutsal Kitap’a bağlıyız.”  diyen, “Din, dil ve tarih şuuru”nu sâhip olan gerçek bir münevverdi.

O; zâhiren çok sert görünmesine rağmen,  gençlere karşı çok müşfik, beşerî münasebetlerinde son derece zarif ve sıcak bir insan, muhatabına karşı -yalın ismiyle değil, “Bey”  diyerek- çok saygılı bir üslupla ve ince bir nezâketle hitap eden kibar bir şahsiyetti. Müzâkereye son derece açık, toleranslı ve zannedilenin aksine -istişârî toplantılarda herkesin fikrini sonuna kadar dinleyen-  çok müsamahakâr bir insandı. O; dostu kadar düşmanı da olan, ancak düşmanlar tarafından da saygı gören millî şuur sâhibi ciddî bir siyâsetçiydi.

 O; millî ve mânevî hassâsiyetleri siyâsetin zirvesine taşıyarak Türk siyaset ve fikir hayatına damgasını vuran ve yaşarken efsâne olan bir mücâdele adamıydı… O;  “Bizim dâvâmız, Türk milleti’ni çağlar üzerinden sıçratarak, ilimde, teknikte, ahlakta ve maneviyatta bütün milletlerin en ön safına geçirmekti.” diyen; Türk milletinin her zaman bir Kürşad’ı ve kırk çerisinin olduğunu / olacağını dünya âleme gösteren, hayatını Türk milletine ve Türk Dünyası’na adayan bir insanıydı.

O; “Kızıl Elma”yı soluklamış düşlerin, Kur’ânî ve Turanî düşüncelerin bağbanıydı… O, Oğuz Kağan Destanı’nda yer alan “Kün tuğ bolgıl kök kırıkan” (Güneş tuğumuz, gökyüzü çadırımız) mısraında ifâdesini bulan, Ay-Yıldızlı bayrağımızı “Nereye isterse oraya dikmek” azmiyle yanıp tutuşan,

“Şu yakın suların kolu neden bükülmez,

Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin;

Benden doğar bana dökülmez”[11]

diye haykıran, yüreğinde Türk Dünyası’nın ayrı bir yeri olan ve Ulubatlı Hasan’ın ahfâdı olduğu için siyâset burçlarında “Üç Hilâl”li sancağını dalgalandıran bir Türk milliyetçisiydi.

O; “Huzur-u İlâhî’ye yüz akıyla çıkmaktan başka hiçbir endişeye gönlümde yer yoktur.”[12] diyen kâmil bir Müslüman,  hayâtını “dîn ü devlet mülk ü millet” aşkıyla Türk milliyetçiliğine adayan, yaptıkları kadar yazdığı kitaplarla da temâyüz eden bir mütefekkirdi. Dokuz Işık doktrininin müellifi olan Alparslan Türkeş’in; makâlelerinden, konferanslarından, radyo konuşmalarından, mülâkatlarından ve savunmalarından derlenmiş yirmiye yakın kitabı vardır. Alparslan Türkeş’in bizzat kendisinin kaleme alıp, tanzîm ettiği bâzı eserleri ise; Dokuz Işık, 1944 Milliyetçilik Olayı, Türkiye’nin Meseleleri, Yeni Ufuklara Doğru, 27 Mayıs-13 Kasım-21 Mayıs ve Gerçekler, Temel Görüşler, Gönül Seferberliği, 12 Eylül Adaleti (!): Savunma’dır.

O; vatan coğrafyasının sınırlarını Türkiye hudutlarıyla küçültmeyen, gönlü Türkiye’nın sınırlarına sığmadığı için;

 “Bu sınırı kimler çizmiş gönlüme,

 Dar geliyor, dar geliyor gardaşım”[13]

diyen Abdurrahim Karakoç’un  dizeleriyle gönül ufkunu ifâde eden, “Nerde bir Türk varsa benim vatanımın sınırları orada başlar” diyen ve düşleri Turan coğrafyasıyla ziynetlenen bahtiyar bir ülkücüydü. O; liderlik karizması, ideâlizmi, otoritesi ve mücâdele azmiyle sadece Türkiye’nin değil Türk Dünyası’nın da “Başbuğu”ydu…

“Gâzi Nehir” Tuna’ya mersiye yazan Ârif Nihat Asya’nın;

“Ne suyun bizimdir, artık, ne selin:

Kıyını el aldı, adalar elin…

Toprağa belenmiş kınalı gelin”[14]

ve

“Buluştuk Budapeşte’de,

Tuna Yandı ben ağladım…

Geçmişi yâd ede ede,

Tuna yandı, ben ağladım.”[15]

diyen Hayâti Vasfi Taşyürek’in mısralarında ifâde edilen hâl-i pür melâli,  onlardan çok evvel, 19 Mart 1939 tarihinde kaleme aldığı “Tuna” yazısıyla coşkun ve lirik ifâdelerele dile getiren Turancı bir münevver ve bir erbâb-ı kalemdi:

“Bu bir isim değil, bir su değil, kalbimizde çağlayan bir tarihtir.

Türk’süz Tuna öksüz, Tuna’sız Türk yaslıdır.

Binlerce yıl evvel bu su ıssız ve garip akıyordu. Kenarlarında ölgün, medeniyetsiz insanlar sürünüyordu. İki tarafına yayılan topraklarda vahşetle harâbiyet kucaklaşmıştı. Semâsında güneş yoktu. Yıldızları fersiz, mehtâbı sönüktü. Kuşları nağmesiz, çiçekleri solgundu…

       Bu durgun hava içinde, bu donmuş varlığın ortasında Tuna hırslanıyor ve hırsından toprakların bağrını tırmalıyordu. Önüne gelen dağları yarıyor, kayaları eritip dağıtıyordu. İnsanları sürükleyip boğuyordu…

       Bir gün ansızın Tuna’nın bitmeyen geceleri sabaha erdi. Toprakta bir sarsıntı başladı. Havada bir toz ve duman bulutu yükseldi. Yaklaşan bulutun içinden dağ gibi atlarda, dağ gibi kahramanlar belirdi. Yüzlerinden nur ve hareket taşıyordu. Gözleri ışık ve enerji doluydu. İsimleri mertlik ve sertlik taşıyan ahenkli, tok bir heceden ibaretti…


       Türk!.. Suları kuruyan yurtlarından başka diyarlara akıyorlardı. Bu akışta güneşi de atlarının kuyruklarına bağlamışlar, arkalarından sürüklüyorlardı. İşte Tuna’ya güneş, onların orada göründüğü andan itibaren doğdu... Azgın Tuna uslandı…


       Toprak alt üst edildi. Ovalar yeşerdi. Sulara dizgin vuruldu. Her tarafta âbideler, saraylar, mâmûreler yükseldi. Tuna’da neş’e, Tuna’da düğün başladı…

Câhil, mütereddî yerliler bu medenî insanlara, bu yiğit adamlara saldırmaya yeltendi. Fakat doğuştan eşek, ayı yaratılmış olanlar kurda ne yapabilirler? Cüceler, kahramanları yere serebilir mi? Hayır... Asla…


       Türk; önüne çıkan melez sürülerini, uyuşuk insan kafilelerini değil, dağları, nehirleri bile çiğnedi, ezdi, aştı geçti. Hepsine basma kantarması adaletten, halkaları medeniyetten, dizginleri kuvvetten yapılma bir yular taktı. Asırlarca medeniyetin koruyucusu ve yayıcısı olarak dövüştü, dövüştü.


       Savaşın ardı gelmiyordu. Fakat Türk’ün aradığı da buydu. Savaştılar, savaştılar... Her savaşda muzaffer, her yerde hâkim oldular.

       Kızıl kanlarından Tuna’nın ufuklarına renk, seslerine âhenk verdiler. Böylece Tuna şenlendi, hayat ve hareketle doldu. Eskiden Tuna ölüydü. Onlara kavuşunca dirildi. Türk gelmeden Tuna yoktu. Tuna’yı Türk yarattı.

       Birçok cenklerimiz Tuna boyunda oldu, Türk akıncıları Tuna’ya karşı aktılar, Tuna’ya çağlayanlar gibi Türk kanı katıldı. Tuna onun için gönüllerin en coşkun ve suların en kudretlisidir ve Tuna bunun için bizimdir.

       O eski çağlarda Tuna’nın düğününü yapıyorduk. Tuna gelindi. Ve biz Tuna ile evlenmiştik.
Neşeyle, zaferle dolu o uzun yüz yıllar ne çabuk geçti? Nasıl bitti? Tuna’mı kollarımdan kim kopardı?.. Kim aldı?..

       Tuna’m! Asırlarca koynumda taşıyıp doyamadığım sevgilim!..

       Sen bu gün çağlamıyor, hıçkırıyorsun. Sen bir nehir değil içimi yakan bir tahassürsün...


       Tuna’m! Gönlümde yatan aslanın susuzluğunu sen giderirsin.


       Bana su vermez misin Tuna’m?”[16]*

                                                               * * *

    Tanpınar’ın  ifâde ettiği gibi; “Hayat, ölümün şerefine yazılmış bir kasîdeden başka bir şey değildir.”[17] Ve ölümü anlamlı kılan da, yaşanan hayatın hayra medâr bir ömür olmasıdır. Alparslan Türkeş’in hayatı da; seksen yılda yazılmış, milyonların zihninde ve gönlünde derin izler bırakmış uzun bir kasidedir. Bu kasîdenin; nesip, girizgâh, medhiye, fahriye ve duâ bölümleriyle “matlâ”, “maktâ” ve “taç” beyitleri çok anlamlı ve latif bir biçimde terennüm edilmiştir. Tegazzül faslındaki kimi gazeller farklı makamlarda dillendirilse de, aslî muhtevâ dışında bâzı siyâsî taksimler geçilse de, buradaki vezin ve kafiye değişiklikleri bir takım içtihat farklılıklarına yol açsa da; fakire göre Başbuğ Türkeş’in hayat kasîdesindeki “beytü’l-kasid”i;  

“Türklük bedenimiz, İslâmiyet rûhumuzdur, ruhsuz beden ceset olur.”[18]; “Ülkücü, attığı her adımı Allah rızâsı için atar.”[19]  ve “Ben Türk milletini; sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hileyle çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlâktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslâm ahlâk ve fazîletine, yoksullukla savaşa, adâlette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyene açıkça îlan ediyorum: Yeniden mâneviyâta dönüş… Hedefimiz Türkiye’yi aç hürler, tok esirler ülkesi yapmamaktır.”[20] manifestosudur.  

İşte bu dâvete kulak veren ve yukarda zikrettiğimiz beytü’l-kasidi serlevhâ eden ve bu minvâl üzre hayâtını şekillendiren ve “Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun”[21] diyen “Ülkücüler”, Rahmetli Türkeş Bey’in seksen yılda yazdığı kasîdesinin en muazzez mısraları ve “taç Beyiti”dir. 

      Hatm-i kelâm:

Her insan fânî, ama hizmetleri ve eserleri bâkîdir. Rahmetli Türkeş Bey de; Türk fikir hayatına yaptığı hizmetleri ve en büyük eseri olan Ülkücü Hareket’le her zaman hayırla yâd edilecek bir liderdir. O; sâdece bir devlet büyüğü değil, onun ötesinde ve üstünde milletin gönlünde yer edinme bahtiyarlığına da erişmiş olan bir “Başbuğ”dur. 

Ülkücü Hareket’in efsâne lideri ve Türk Dünyası’nın Başbuğu Türkeş de Yunus Emre gibi;

  “Bu dünyadan gider olduk kalanlara selâm olsun
  Bizim için hayır duâ kılanlara selâm olsun”

derken;  Türk milletinin ve Türk Dünyası’nın gözyaşları ve hayır duâları arasında Allah(c.c.)’ın rahmetine ve mübârek vatan topraklarının sînesine; devletin ve milletin hazır bulunduğu dînî bir merâsimle emânet edilmiştir.

Bütün ülkücü şehitlerimiz birlikte Yüce Rabbimiz Türk Dünyası’nın Son Başbuğu’na da rahmet ve mağfiret eylesin.  Rûhu şad, mekânı Cennet, makâmı âli olsun. Cenâb-ı Hakk, Bâkî Âlem’de bütün sevdiklerimizle inşa’Allah “33 yaşında” Cennette buluşmamızı nasip eylesin. Âmin!..

      Emr-i Hak vâki olunca elden bir şey gelmez, ama dilden gelecek olan duâ ve Fâtiha’dır…

Başbuğ Türkeş’in, bütün şehitlerimizin, Âhiret Yurdu’na yolcu ettiğimiz gönüldaşlarımızın ve cümle geçmişlerimizin ervâhı için el-Fâtiha…                                                                  

                                                                                            

                                                     Dr. Mehmet GÜNEŞ

                                                                           (Bitti)

 

[1] Alparslan Türkeş, Yeniş Ufuklara Doğru, 122

[2] Alparslan Türkeş, Yeniş Ufuklara Doğru, 124

[3] Alparslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri, 44

[4] Alparslan Türkeş, Temel Görüşler, 32

[5] Alparslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri, 42

[6] Alparslan Türkeş, Dokuz Işık, 144

[7] Alparslan Türkeş’in Ekim 1994’de MHP son kongre öncesi Ankara’da yapılan istişârî toplantıda yaptığı konuşma, Murat Hakverdi,  “Başbuğ Türkeş Samîmi Bir Mü’mindi” (https://www.ulkucudunya.com)

[8] Alparslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri, 44

[9] Alparslan Türkeş, Yeniş Ufuklara Doğru, 125

[10] Alparslan Türkeş, a.g.e., 14

[11] Ârif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, 14

[12] Alparslan Türkeş, Savunma, 7

[13] Abdurrahim Karakoç, Vur Emri, Dâvâ Şiirleri, 9

[14] Ârif Nihat Asya, Kökler ve Dallar, 105

[15] Hayati Vasfi Taşyürek, Ülkü Tomurcukları, Tuna, 44  

[16] Alparslan Türkeş, Dokuz Işık, 167-169; *İlk yayın 19 Mart 1939

[17] Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdullah Efendinin Rüyaları, 98

[18] Alparslan Türkeş, Yeniş Ufuklara Doğru, 124

[19] Alparslan Türkeş’in Ekim 1994’de MHP son kongre öncesi Ankara’da yapılan istişârî toplantıda yaptığı konuşma, Murat Hakverdi,  “Başbuğ Türkeş Samîmi Bir Mü’mindi” (https://www.ulkucudunya.com)

[20] Alparslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri, 110-111; Dokuz Işık, 187

[21] Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde 3 Kasım 1975 günü şehit edilen Ülkücü Alpaslan Gümüş’e âit bir söz.  Bu söz,  şehidimizin Afyon Bolvadin’deki mezar taşına hakkedilmiştir.

Yazarın Diğer Yazıları