Nuri Gürgür

Öğretmenlerimizden ne zaman özür dileyeceğiz?

Nuri Gürgür

  • 173

   24 Kasım her yıl  “öğretmenler günü” olarak kutlanıyor. Mesleğin devasa sorunlarının üzerinde durmak, çözüm yolları aramak, ilgilileri, sorumluları uyarıp yönlendirmek yerine her yıl  en yetkili ağızlardan birbirinin benzeri cümlelerle kutlama mesajları duyuluyor; altı bomboş övücü sözlerle öğretmenlerin kalbi kazanılmaya çalışılıyor. Ciddiyetten, samimiyetten uzak  öğretmenlik mesleğine bir getirisi olmayan bu soğuk ve anlamsız “resmî protokol” uygulamalarının ardından ertesi gün eğitimin çarkları  her zamanki gibi aynı sorunlarla baş başa dönmeye devam edecek. 


Aslında siyasi/idari yetkililer, bu defa samimi bir yaklaşımla alışılanın dışına çıkarak  farklı bir tutum sergileyebilirler; açık yüreklilikle “özeleştiri” yaparak mesleğin temel sorunlarını kamuoyu önünde açıkça dile getirerek, köklü bir “reform planı” sunmak maksadıyla girişim başlatabilirler; gerekli düzenlemelerin şimdiye kadar  yapılmamış olmasından dolayı öğretmenlerden özür dileyebilirler.

Öğretmenlerimizden ne zaman özür dileyeceğiz?
Türkiye’de uzun yıllardır sürüp gelen, bu iktidar döneminde de devam eden, ana okulundan üniversiteye kadar eğitimin bütün alanlarını kapsayan sorunlar, çözüm sağlanamadığından giderek krize dönüşüyor. Lise ve üniversiteye geçiş sınavlarındaki tablo, 15 yaş  gruplarında OECD tarafından Türkçe Matematik,  fen  bilgisi konularında  düzenli şekilde yapılan sınavların sonuçları eğitimdeki kalite sorununun boyutunu net şekilde gösteriyor. YÖK barajı kaldırarak sıfır  puan alanların bile üniversite öğrencisi olmalarının kapılarını açtı; geçen hafta bazı gazetelerde  bu sınavlarda fizik ve tarihten eksi puan alan çok sayıda öğrencinin bu bölümlere kayıtlarının yapıldığı yazıldı. Bir çok taşra üniversitesinde tabii bilimlerle ilgili bölümler öğrenci olmadığından kapalı durumda; zaten öğretim  üyesi ve alt yapıları yeterli olmadığından  bunların çoğu yüksek lise yahut tabela üniversitesi durumundalar.


İlk ve ortaöğretimde eğitim kalitesi  dershaneden ve fiziki şartlardan da önce doğrudan  öğretmene bağlıdır. Mustafa Kemal öğretmenlere  “genç nesillerin mimarı sizler olacaksınız” derken bu gerçeği  işaret ediyordu. Öğretmenin son derece önemli bir işlevi yapması istenirken bu meslek günümüzde  kendisinden beklenen ve istenenler kadar önemseniyor mu? Eskinin “muallim” denilerek toplumda herkesin saygı gösterdiği  nitelikli öğretmenlere sahip olmak gerçekten isteniyor mu, bu maksatla ciddi bir çaba gösteriliyor mu? 


Öğretmenlere günümüzde devlet memurları arasında en düşük derecede maaş veriliyor. Son yirmi yılda sekiz Bakan değişti ama bu büyük haksızlık nedense giderilemedi.  9/1 derecesindeki öğretmenin maaşı asgari ücretin bir milim üzerinde 8.576 TL,  5/1 kademesindeki öğretmenin 9.225, 1/1 derecesindeki öğretmenin maaşı 10.461,   1/4 kademesindeki öğretmen 11.592 TL maaş alabiliyor. Mesleğe yeni başlayan polis memuru 13.125, 1/4 kademesindeki il müftüsü 22.250 TL alıyor. Toplam 800 bine yakın öğretmenimiz var, ayrıca 700 bin öğretmen aylardır tayin bekliyor. Geçim derdi öğretmenlerimizin en önemli sorunudur. 


Ortalama on bin lira maaş alabilen bir öğretmenin bu parayla  eşi ve çocuğu da varsa bir ay  geçinmesini, evinin kirasını ve  su/elektrik vb. masraflarını ödemesini, mesleğinin saygınlığına uygun tarzda giyinmesini istiyoruz. Eşi ve kendisi sadece üç öğün simit yese iki bin lira ödeyecekler. Birçok öğretmen doğal olarak ek iş arıyor, işportacılık, pazarcılık yapıyor. Bu şartlar altında hayat mücadelesi veren öğretmen kendini mesleğine verebilir mi, heyecan duyarak, işinden zevk alarak, her biri ayrı birer karakter ve mizaç sahibi öğrencileriyle yakından ilgilenmeye çalışır mı? 40 dakikalık  dersini kerhen yapmak durumunda olan bir öğretmenin “yeni neslin mimarı” olmasını istemenin  günümüz ortamında maalesef temenniden öte bir anlamı kalmıyor.


Finlandiya’nın doğal kaynakları bizden çok daha azdır. 1992’de ülkede ciddi bir iktisadi kriz yaşanıyor. Hükûmet konuyu enine boyuna inceliyor, uzmanlara danışılıyor. Sonuçta bütçede bütün bakanlıkların  tahsisatları büyük çapta kısılıyor, yatırımlar durduruluyor. Sadece eğitime ayrılan pay üç misline yakın artırılıyor. Yani kaynaklar eğitime, AR-GE’ye, teknolojiye, katma değeri yüksek ürünlerin üretimine yönlendiriliyor. Bu stratejik karar ileriki yıllarda da sürdürülüyor. Çok geçmeden bu politikanın sonuçlarını almaya başlıyorlar. Finlandiya çeyrek asırdır yüksek teknolojisiyle, kaliteli eğitim sisteminin eseri olan bilimsel seviyesiyle Dünya’nın en müreffeh ve zengin ülkelerinden biridir. 


Amerika’yı yeniden keşfedecek değiliz. Kaynaklarımızı kullanırken yatırım yapılacak alanları, hedefleri doğru belirlemek, siyasi hesaplardan, gösterişten kaçınmak zorundayız. Her tarafı tel tel dökülen eğitim sistemimizin bazı yerlerini yamayarak, sınav sistemlerini  sık sık  değiştirerek düzeltemiyoruz. Bazı dini vakıfları ve dernekleri protokoller düzenleyerek eğitimin ortağı konumuna getirmek, Fen ve Anadolu liselerinin kalitesini indiren uygulamalar yaparken İmam Hatip Okullarına ve mezunlarına ayrıcalık tanımak son derece sakıncalıdır. Bu tutum toplumda kutuplaşmalara yol açar  ve bundan herkes zarar görür.


Artık daha fazla zaman kaybetmeden radikal bir eğitim reformu yapmak mecburiyetindeyiz. Siyasi hesaplar yapmaktan kaçınarak, konunun her yönüyle  “beka sorunumuz” olduğunu bilerek, uzmanların, bilim insanlarının görüşlerinden  ve bazı ülkelerdeki  başarılı örneklerden yararlanarak en az beş ya da yedi yıllık etraflı  bir “eğitim planı” yapmalıyız, bunu ısrarla uygulamalıyız. Güney Kutbunda araştırma istasyonu kurmak, uzaya adam göndermek, Afrika ülkelerinde çeşmeler yapmak, sığınmacılara bakıp ağırlamak yerine öğretmenlerimize  daha fazla gecikmeden mesleklerinin onuruyla orantılı maaş vermeye başlamalıyız. Meslek maddi açıdan düzenlenince rağbet doğal olarak artacak, kalite  kısa zamanda yükselecektir. OECD ülkeleri arasında eğitime en az kaynak ayıran ülke durumundan çıkılmadıkça 24 Kasım altı boş mesajlarla geçiştirilen sıradan bir  gün olmaktan kurtulamaz.

Yazarın Diğer Yazıları