Şükrü Kanber

'Anne bu benim eşim(!)'

Şükrü Kanber

  • 269

Kapı çalınıyor…

Anne heyecanla altı aydır görmediği oğlunun üniversiteyi bitirip eve dönüşünü bekliyor.

Kalbi küt küt atıyor doğal olarak.

Kafasından bir yığın hayal geçmiş ve geçmekte.

E, hayırlısıyla sırada oğlunun işini ve mürüvvetini görmek var, daha tatlısı torun sevmek var torun…

Akranları çoktan evdeki altın topları sevmeye başladılar bile, şimdi sıra kendisindeydi.

Baba ise bin bir emekle büyüttüğü oğlunun bir adam olarak hayata atılacağı günün arefesinde gururlu, mutlu ve heyecanlı…

Kapıyı açıyor anne, gözleri çoktan nemlenmiş sevinçten.

Oğlunu bekleyen anne yanında bir başka delikanlıyı görünce hafif bir duralıyor ama o yürek var o yürek, anne yüreği, fren yapar mı hiç, durmaksızın oğlunun boynuna sarılıyor.

Başını okşayarak seviyor da seviyor…

Baba içeriden sesleniyor, o ağır adam, kapıda karşılamaz oğlunu ne de olsa; “Hadi hanım, ağaç etme çocuğu kapıda.”

Oysa içi kıpır kıpır, zıplayası geliyor ama işte babalığın verdiği ağırbaşlılığı koruması gerek…

İçeriye anne ile beraber iki kişi giriyor.

Birisi oğulları, can pareleri, gözbebekleri.

Diğeri ise bir başka erkek, tanımadıkları, daha önce hiç bahsi geçmeyen…

Oğullarının gelişini dört gözle bekleyen ailenin duygularında bir durulma oluyor hafifçe.

Ne de olsa içeriye bir yabancı girdi, belli etmemek lazım.

Heyhat, hasret, mutluluk, kavuşma heyecanı sarmaş dolaş olmuş, evin içini kaplamış durumda.

Ancak ortada bir gariplik var.

Anne-babada tavan yapan heyecan ve mutluluk oğullarında görülmüyor.

O biraz zoraki tebessüm ile karşılık vermesine rağmen apaçık tedirgin.

Anne zaten çoktan çayları koymuş, hemen mutafa koşuyor ve elinde tepsiyle geri dönüyor.

Herkes oturuyor, çaylar yudumlanmaya başlıyor.

Ve bakışlardaki soru işareti, “eeee, bu kim?”

Soru hiç sorulmasa da evin orta yerinde büyük bir afiş gibi asılı kalmış duruyor.

Evin oğlu hafiften öksürüyor, yutkunuyor, yudumunu yarım içtiği çayı bırakıyor.

Belli ki çok önemli bir şey söyleyecek ve bu onu biraz terletiyor.

“Çok da uzatmamak lazım” diye geçiriyor içinden, “Nasıl olsa öğrenecekler!”

Eli ile yanındaki erkeğin elini tutuyor.

Anne ve babanın büyüyen gözbebekleri bu hareketi görüyor ve şaşırıyorlar.

Sonra oğulları nükleer bombayı odanın ortasına bırakıveriyor;

“Anne, baba bu benim eşim…”

“Eş mi?”

Kulakları sağır eden bir sessizlik kaplıyor odayı.

Biraz önce güneşin dolaştığı odanın içine koyu bir karanlık çöküyor.

Annenin gözü kararıp bayılmaya doğru giderken, babanın nutku tutuluyor, kalakalıyor yerinde.

Oğulları konuşmaya devam ediyor, konuyu kendince izah etmeye çalışıyor ama ses o kadar uzaktan geliyor ki, duymuyorlar.

Baba gayri ihtiyari yerinden kalkıyor, oğluna yaklaşıyor ve suratına okkalı bir Osmanlı tokadı indiriyor.

Oğlu yere kapaklanırken yanındaki kişi de uzağa kaçıyor.

Oğulları buna rağmen durumu izah etmeye çalışsa da baba onu duymuyor, bayılan eşinin başına gidiyor.

Bu arada oğullarının eşim dediği kişi 155’i arayarak “şiddete uğradıklarını” şikayet ediyor odanın öte tarafında.

Evin oğlu habire durumu izaha çalışıyor, baba kendine yeni gelen ama durumu kavramaya çalışan anneyi teskin etmeye çalışıyor, evin yeni “gelini ya da damadı” da pencereden polisin gelmesini bekliyor.

On beş dakika sonra polis geliyor, duruma müdahale ediyor, evin babası Türkçesinde aile içi diye çevrilen, orjinalinde ev içi şiddet maddesi diye ifade edilen İstanbul sözleşmesine dayalı 6284 sayılı kanun çerçevesinde ifadesi alınmak üzere karakola götürülüyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzası ile geri Türkiye’yi çıkardığı İstanbul Sözleşmesi gereği bu baba “cinsiyet ayrımcılığı ve şiddet” suçlamaları ile karşı karşıya kalıyordu.

&&&&

Konuyu hikayeleştirerek basitleştirmek ve anlatmak istedim.

Siz bu sahnelerdeki anne baba dışındaki aktörleri değiştirebilirsiniz.

Kapıdan giren kişi;

Kadın olmuş erkek…

Erkek olmuş kadın…

Çift cinsiyetli…

Cinsiyetsiz…

Gay…

Lezbiyen…

Hepsi olabilir.

Siz Türkiye’de böyle bir manzara ile karşılaştığında kaç ailenin “a olsun ayol, cinsel yönelim özgürlüğü var” deyip kabulleneceğini düşünüyorsunuz?

Kanun çıkarılırken yaşadığınız toplumun inancını, değer yargılarını, kültürünü, örfünü dikkate almak zorundasınız.

İstanbul sözleşmesi de zaten en büyük rakibinin bu değerler olduğunu bildiği için sözleşmenin 12. maddesinde konuyu es geçmemiş; “kadına ve erkeğe ilişkin alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan örf, adet, gelenek ve her türlü uygulamanın ‘kökünden kazımasının’ (eradicating) amaçlandığı söylenmektedir. Türkçe metinde ‘ortadan kaldırma” olarak çevrilen bu kelime aslında kökünü kurutmak, kökünden söküp atmak, kökünü kazımak gibi anlamlara gelmektedir.”

Yani neymiş, bize ait her şeyi kökünden kazımak gerekliymiş.

Bu toprakların değer yargılarının en önemli kaynağı nedir?

Elbette İslam’dır.

Adamlar bu süslü cümleleri ile, kadını şiddeti önlemek adı altında İslam’a savaş açarken her türlü sapkınlığı da devlet garantisi altında legalleştirmeye çalışıyorlar.

Sözleşmeden çıkıldı ama yeter mi, hayır.

Şimdi bu sözleşmeye dayanılarak çıkarılan 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” kendi “inancımıza, değerlerimize, örfümüze” göre güncellenerek yenilenmelidir.

Kadını korumak için bizi ithal tercüme metinlere ihtiyacımız yok.

“Dikkat edin hanımlarınız üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır” diyen bir Peygamberin ümmetinin inandığı kitaptaki tek bir ayet bile bunu anlamaya yeter;

“İşte bundan dolayı İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: “bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur. Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliler getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” Maide/32

Nokta.

Not: Konuyu bütün detayları ile öğrenmek istiyorsanız, sadece 32 sayfa olan aşağıda linkini verdiğim raporu okuyun lütfen. Çok faydalanacaksınız.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları